"Pāramitā; Dāna-pāramī"
Yelbegen vakasından 'elli sekiz' ay önce...Savsak çatırdamalar, iç çekmeler, çocukların hayretle iç çekmeleri... Alkış sesleri; hepsi sevdiğim sesler, sevmek için bir sebebe ihtiyacım yok, beni heyecanlandırıyor. Gördüğüm şartlı ilginin ve sevginin temellerinde bu yatıyorken, merak ediyorum acaba hiç gerçek anlamda sevildim mi? 'Gerçek' derken bahsettiğim his karşılıksız olması mı? Tam olarak emin değilim, sokaktan geçen bir kedi gördüm mü onun başını okşamak, mümkünse karnını doyurmak isterim. Yaptığım bu eylemler kendimce sevginin somutlaştırılmış gösterisiydi.
Aileler çocuklarını sever, doğa ona bunu şartlıyor. Soyunun devamlılığını sağlamanın mutluluğu bu şekilde somutlaşır. Yetimhanede beni seven çocuklarında sevme sebebi bu muydu? Şu an bana hayranlıkla bakan dostumun parıldayan gözlerinin altında yatan sebep neydi? Eski, kırık salaşa sunta ekleyerek yaptığımız bu dandik sahnenin aşağısından beni alkışlayan insanların sevgisinin sebebini anlamak kolaydı. Diğerleri ise daha büyük bir gizem, bu gizem beni korkutuyor... Belki de sahneden hiç inmemeliyim.Sevdiğim sesler arasında bakır tasa çarpan sikkelerin sesi de vardı. Her gösterinin sonunda nefes nefese kalmış şekilde gözlerimi kaparım ve alkışların arasından bu sesi ararım. Bu sesi ne kadar sık duyarsam, benim ve diğerlerinin karnı o kadar doyacak demektir. Tekrar gözlerimi açtığımda batan, heyecanlı kızıl güneşin yüzüme vurduğunu fark ettim. İnsanlar on karış yükseklikteki sahnenin hemen dibindeki kaplara doğru yaklaşmıştı. Çoğu eğilmeden sikkeleri savsakça havadan bırakıyorlardı, para bazen kaptan sekip dışarı fırlıyor, bazen de en baştan kapla hiç buluşmuyordu. Doğrudan bu manzaraya bakmanın her zaman ayıp olduğunu düşünüyordum, neden diye sormayın. Sanırım mesele para olunca çoğu insan gibi bende ihtiyacımı gizleme hissi duyuyordum, gurur dedikleri şey buydu, sanırım...
Bu sebeple kafamı her zaman olduğu gibi başka yönlere çevirdim. Liman bölgesinin kalabalık iskelelerine ve kıvrımlı, alabildiğince uzayan sokaklarını izledim. Batan güneşin güneşin canlı kızıllığının boyadığı ahşap gemiler güzel bir turuncu tonuna bürünmüştü. Güneşi kıran sakin dalgaların altında halen korkutucu mavisini ara ara gösteriyordu. Sanki geri kalan her şeye inat sevdiği renkleri göstermek istiyordu.
Güzel manzaranın arasında, birden bütün duyu organlarım gözlerimi ele geçirmiş gibi hissettim. Bütün hislerim sanki gözlerimi bir noktaya çekmeye çalışıyormuş gibiydi. Bu güzel tablodan ayrılmak istemeyen gözlerim en sonunda pes edip istenilen noktaya yöneldi. Baktığım nokta kalabalığın on beş adım gerisiydi. İhtiyar bir adam ve sanırım on yaşlarında genç bir çocuk vardı. İri yarı; geniş omuzlu ve geniş göbekli ihtiyar adam, kestane rengi bir cübbe giymişti. Temiz traşlı suratında kısa, ağarmış saçları vardı. Kestane rengi basit bir cübbesi güneşin renkleri arasında sanki geri kalan her şeyden daha özeldi. Elinde tuttuğu ahşap bir asa vardı, asanın üstüne tünemiş gibi duran kuzgun işlemesini bir anlığına gerçek sanmıştım. Yanındaki ufak çocuğun ve kalabalığın geri kalanının tersine bana aynı hayranlık veya heyecan duyan gözlerle bakmıyordu. Doğrudan ruhumu ararmış gibi bakan gözlerinde endişe ve merak vardı. Hemen yanı başında duran ve neredeyse beline gelen ufak çocuk ise daha çok ilgimi çekmişti. İlk başlarda duyularımı çeken bilinmezliğin kaynağını ihtiyar adam sanmıştım, çocuğa bakınca yanıldığımı fark ettim. Sarışın, küt saçlı bu ufak çocuğun bana bakan hayranlık dolu gözlerde başka bir şey vardı. Tıpkı o günkü gibi, iki ay önce o pastaya yaptığım büyüde hissettiğim gibi bir şey. Ne olduğunu, neden olduğunu bilmiyordum."Hiç utanmanız yok! Hiç namusunuz yok!" Öfkeli ve zor anlaşılan bağırışlar beni tekrar gerçek dünyaya bağlamıştı. Telaşla solumda duran Galya'ya baktım, o da korkmuş gözlerle bana baktığını gördüğümde sahnenin sağına telaşla kafamı çevirdim. Halit hemen sahnenin sağındaydı, gösteri için kullandığımız eski flütü iki eliyle sıkıca kavramış hemen karşısında ona bağıran adama bakıyordu. İlk bakışta adamın bir Beyaz Şafak rahibi olduğunu anlamıştım, bu ismi yetimlerin arasına katıldığım ilk sene öğrenmiştim. Bazı zamanlar bize erzak ve diğer çeşitli ihtiyaçlarımız için yardım ederlerdi, onların yardımları da diğerleri gibi hiçbir zaman yeterli olmazdı. Herkesten farklı olarak onlar arada Kaçak Cennet'e uğrayıp evlat edinirlerdi, evlat edinilen çocukları genelde hep en küçüklerden seçerlerdi. Hepimiz onlar adına mutlu olsak bile içimde hep bir şüphe vardı, çocukları bir daha hiç görmemiştik. Acaba gittikleri yerde mutlular mıydı? Bir tanesini görsem içimdeki bu kara ağırlık tamamen kaybolacaktı. Ayrıca sokak gösterilerimize ara ara sataşırlardı, seçtiğimiz güzel bölgeler genelde onların da vaaz vermek istediği bölgelerdi. Beyaz Şafak bunu sık sık yapardı, hep aynı cübbeyi giyen farklı insanlar sokaklarda bağırıp, onların yanlış yolda olduklarını, böyle devam ederlerse ruhlarının yargılanacağını, bedenlerinin eziyet çekeceğini anlatırlardı. Tanrının onları ne kadar sevdiğinden bahseder ve kurtuluş için tavsiyeler verirlerdi. Şahsen bu cümleleri sık sık dinlemek zorunda kalsam da gerçekten bana dokunduklarını hiç düşünmedim, nadiren de olsa onları izleyen gözler görüyordum. Bana bakan gözlere benziyordu, yetimler arasında da onların sözlerine çok değer verenler, üzerine sık sık düşünenler vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SAHİR [2] - MİRAS
FantasySAHİR - Balamir Efsanesi isimli kitabın devamıdır. Geçmişin sırları ve gömülü kabusları birer birer ortaya çıkarken, Balamir'in dünyaya açtığı savaş başlar. Dünyayı sarsacak kadının intikamı altında, kader hiç tanışmaması gereken insanların iplikler...