"Saklandığın kabuğun altında boğuluyorsun, o zaman neden hâlâ saklanmaya devam ediyorsun? Kaçtıklarınla sınanıyorsun, saklandıklarınla gömülüyorsun o kabuğun altında. Susma küçük kaplumbağa çünkü sustukça ölüyorsun sakladıklarınla."
***
Gülümse.
Sürekli tekrarladığım tek kelime buydu.
Dudaklarıma yayılanın sahte yada gerçekçi olması önemsizdi, gülümsemeliydim çünkü bugün benim doğum günümdü. Bir hafta önce mezarlıkta ağlarken düşünememiştim ama bugünün bir diğer özelliği de ailemin hayatına, insanların hayatına girişimdi. Doğan bir bebek zamanla büyüyor, büyüdükçe daha fazla insanı tanıyordu. İnsan insanı, kapı kapıyı açar derken bir amaç ediniyor ve bu amaç uğruna yaşamaya devam ediyordu. Belki amacı başka bir insanı içeriyordu, ya da bir geleceği fakat insanlar seçimlerle büyüyordu.
Karanlığın çöktüğü salonu aydınlatan avizenin parlaklığı gözlerimi alırken başka bir insana daha merhaba dedim. Hediyeleri ben seçmemiştim; bu hayatı, annemi, babamı... Ama Karan'ı ben seçmiştim, yanımda olmasını ben istemiştim. Hayatımın tek amacı avukat olmaktı, annem bana başka bir seçenek sunulmasını istemezken karşıma çıkan gerçekler beni Karan'a sürüklemişti. O bir polisti ve adaleti sağlamak, suçluları yakalamak, insanları korumak onun işiydi. Beni de koruyordu ama nedenini bilmiyordum. Mezarlıkta hiç konuşmamış, geldiğinden beri de yalnız görüşmemiştik. Onun burada olduğunu biliyordum. Hazal Tan bu kalabalığın arasından beni izliyordu.
Tedirgin olmak yerine temkinli davranıyordum. Hazal Tan'ın neler yapabileceğini, aklını ne tür düşüncelerle doldurduğunu veya Nihan'ın cesedinin onun mezarında ne işi olduğunu bilmiyordum ama öğrenecektim, vazgeçmek benim kitabımda yoktu. Aldığım kararları sonuna kadar takip ederdim ve pişman olmazdım çünkü yapmam gereken buydu. Pişmanlık insanın içini kemirirdi; zamanla seni tüketir, yok ederdi. Pişman olmaya yetecek zamanım olduğundan emin değildim. Etrafıma bakınırken Kıraç'ı, Kanat'tan uzakta bir masada arkadaşlarıyla birlikte gördüğümde adımlarım oraya yöneldi. Kanat Demir Tan'ın yanında üvey evlat rolünü oynarken burada dikilmesi biraz sarsıcıydı. Derin bir nefes alarak dudaklarıma geniş bir gülümseme yerleştirdim, yanlarına geldiğimde herkes bana döndü.
"Doğum günün kutlu olsun!" diyerek hep bir ağızdan bağırdıklarında gülümsememi zorla yüzümde tuttum.
"Teşekkürler!" dedim hepsine karşı. Ardından Kıraç'a dönüp koluna yapıştım, onu masadan biraz uzaklaştırdığımda da bıraktım. "Burada ne işin var senin, Kıraç?" Sesim suçlarcasına çıkmıştı.
"Doğum günün," dedi kaşlarını çatarak. "Gelmem doğru olmaz mıydı?" Gülerek etrafına bakındı. "Keşke daha önce söyleseydin."
Omuzundan iterek alaycı tavrını düzeltmesini sağladım, anında yüzü düştü. "Beni iyi dinle!" dedim sinirle. "Kanat şu an yalnız ve babanla birlikte etrafa gülücükler saçmakla meşgul!"
"Ne olmuş yani?" diye sordu gözleri arkadaşlarına kayarken. "Onların yanına mı gitmemi istiyorsun?"
Sakin kalmaya çabalayarak gözlerinin içine baktım. "Onu yalnız bırakma diyorum. Sözünü tut, yanında ol diyorum."
Donakaldığında başı yavaşça bana döndü. "Söz mü?"
Güzelce gülümsedim. "Onu öpmeden önce ne söylediysen ona uy. Senden daha fazlasını istemiyorum." Omuzuna elimle vurdurarak arkadaş grubuna döndüm. "İyi eğlenceler!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hüzünlü Kalpler
ActionSonbahar sessizliğin kendisiydi. Dökülen yaprakların kokusu etrafa yayılırken esen rüzgârın sesi hüzünlere eşlik ederdi. Sonbaharın şarkısı yaprak hışırdamalarıydı; esen rüzgâr ninnisiydi. Düşen yağmur damlalarının sesleri sonbaharın ölüm şarkısıyd...