18. BÖLÜM: KALKAMAYANLAR

35 8 9
                                    

Bölüm şarkısı: ShamRain - Aphelion.

"Eğer sığındığınız limanı ateşe verirseniz, sığınabileceğiniz bir yer kalmaz. Okyanusta boğulursunuz."

***

Diz çöktüğünüz o topraklar bir çöldü; yağmurlar yağdı, çöl kuraklaştı. Bir bataklıktan kurtulmanın tek yolu başka bir bataklığa atlamaktı. Çöl insanlarına bunu öğretti, bataklıklar kuru ve tehlikesizdi, dibe batanın son gördüğü derin gökyüzü kalkamayanların eviydi. Yaşamın içinde parlayan yıldızlar onların umutları, yarınlara bakan gözleri bataklık çamuruyla kaplanırken duydukları son ses umutsuzluklarıydı. Bir bataklığa battığınızda kurtulmak imkânsızdı. Bulutsuz bir gökyüzü nasıl saf ve temiz görünüyorsa bataklıklar da kirliydi; birisi gökyüzünden bataklığa çakılırsa sadece pislenmez, cehennemin eteklerine düşerdi. Zamanla çürüyen bedeninden geriye bez parçaları kalırdı, belki bir de kemikleri. İnsanlar ölmeyi bilmiyordu. O bataklığın dibinde çırpınmanın onları öldürdüğünü bilseler dahi kurtulmak adı altında ölüyorlardı. Habersiz, sessiz sedasız, canlı bir şekilde cehennem tarafından yutuluyorlardı.

Peki, çığlık atan bir insan cehennemden kurtulabilir miydi? Sağır bir adam tekrar duyabilir miydi? Umut insanın kalbinde yeniden var olabilir miydi?

Düşüncelere boğulmuş halde öylece durup odamın geniş penceresinden İstanbul'u izliyordum; annem işteydi ve bugün, buraya birisi gelecekti. Düşünceli gözlerim boğazın sularına karıştı, köprülerde durdu, sokaklarda gezdi; ne çok insan vardı dünyada, ne çok insan farklı yaşamlarla hayata tutunmaya çalışıyordu öyle. Her şeyden habersiz bir avukat olacaktım neredeyse ve benden farklı bir yaşama sahip, kendisi gibi birisi bana elini uzatmıştı. Ben onun hayatının zorluklarından bihaberdim. Oysa benim hayatımın zorluklarının içinde debeleniyordu.

Dünyaya şöyle uzaktan bakınca aslında milyonlarca insanın da bizim gibi olması kaçınılmazdı. Biz, koskoca dünyada yaşayan milyonlarca insan, birbirimiz hakkında hiçbir şey bilmiyorduk. Kim ne yaşıyor, nasıl yaşıyor, iyi mi bilmiyorduk; sadece kendi hayatımızla ilgileniyorduk. Bencillik genetik bir hastalıksa eğer, evet; hepimiz bencildik. Çünkü dün sokakta koşan çocuğun, bugün attığı çığlığı duyamayacak kadar sağırdık. Yüzümüze gülenin içinde yaşattığı cehennemi göremeyecek kadar kördük. En kötüsü de, kendi içimizde yaşananlarla ilgilenirken kırdıklarımızdı, parçalara ayırdıklarımızdı. Işığın önüne örtü serip karanlıkta yaşamamızdı.

Biz, gerçeklere kördük. İyiliklere sağırdık. Kötülüklere açtık. İncitmeye, incitilmeye bayılırdık. Çünkü insandık.

Acının kuru toprakları merhametimizi öldürmüştü, vicdanımızı susturmuştu. Hepimiz kendi içimizde katildik, suçluyduk. Lanetlenmiş duygularla yaşıyor, sabahlara merhaba diyorduk; gece kötüydü, bu yüzden onun gölgesinde saklanıyorduk. Saklanabileceğimiz başka yer yoktu çünkü ışık, aydınlık suçluları bünyesine kabul etmezdi; katiller cinayetleri ya gece işlerdi, ya da gölgelere saklanıp şansını denerdi. Kan, gözümde gecenin de eşlikçisiydi. Kan hayatın gerçeğiydi. Ağlamaktan şişmiş gözlerim, kaldıramadığım gerçeği yüzüme vuruyordu: O adam ölmüştü. Kanlı bir birikintinin içinde yaşamı son bulmuştu. Acılar içinde ölmüştü.

Ölüme gerçekten şahitlik edince boğazıma oturan yumru, arkadaşımın ve babamın son düşüncelerine taşımıştı kalbimi. Orada, öylece gelen ölümü izleyen iki kişi belirmişti önce; gökyüzünde görünen gökkuşağı silinmişti, ardı arkası kesilmemişti kelimelerin. Sonra bir araba patlamıştı, ateşler genç bedeni sarmalamıştı; bir hap kaymıştı adamın boğazından, saniyeler onu gerçeğe götürmüştü. Ölüm yaşadığımız dünyanın en acı gerçeğiydi. O an her şey başa sarmış, hayat gözlerimin önünden kaymıştı; büyük bir düşüş başlamıştı. Dibe çakılıyorduk.

Hüzünlü KalplerHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin