Zamanla insanların kalplerinde açılan derin yaraların yerini koskoca bir hissizlik alıyordu ve damarlarda dolaşan kan zehirlenip günün birinde gözlerde birikiyordu. Boş bakışlar, olması gerekenin aksine acıyla kaplanan irisler, acıyı sır misali saklayan çelikten sert duvarlar... Her döngüde insan tükeniyor, belirli bir noktada vazgeçme raddesine geliyordu; aynı yıldızların son nefeslerinde yeniden dirilmeye attıkları adımlar gibi, insanlar da yeniden ayağa kalkabilmek için tökezliyordu. Ne kadar yüksekten düşersek o kadar canımız yanıyor, o denli dibe çakılıyorduk; bu döngü asla son bulmuyordu ve asla son bulmayacaktı.
Aynada göz göze gelen iki ayrı kız da içten içe böyle hissediyordu belki de, bazı yaralar asla iyileşmezdi çünkü. Unutulurdu ama iyileşmezdi; tırnak izleriyle oraya kazınan acılar kişinin kalbinde, gözlerinde, hareketlerinde kendisini göstermeye devam ederdi.
Alaycı bir gülme nidası aynadaki kızın gözkapaklarının gözlerine örtülmesiyle aniden kesildi ve arkamı kendi yansımama dönerken mermere parmak uçlarımdan destek alarak yaslandım. Aslında o bendim. Olumsuzluklar girdabından kurtulamayan kurban, acılarla büyümüş küçük çocuk gözlerimde yatıyordu. Elaya kaçan kahverengi iki gözbebeği derinlerinde, ateşlerle sarılmış bir kulede kurtarılmayı bekleyen savunmasız prensesi saklıyordu. Yardım bekleyen bir kızı, belki de ölmeyi kabullenmiş bir umutsuz vakayı; fakat hangi sıfat kullanılırsa kullanılsın, ateşi sevmeyi öğrenemeyen prenses hayatta kalamazdı.
Derin bir nefes beni düşüncelerimden kopartıp şimdiki zamana, gerçekliğin acı kokan topraklarına döndürdü. Üniversitenin karşıma çıkan ilk tuvaletine dalmış, gerilen surat hatlarımı yumuşatmak adına girişimlerde bulunmuştum ama sert hatlara sahip birisi olduğumdan dolayı işe yaramamıştı. Hâlâ gergindim ve hâlâ gidip yapmam gereken bir şey vardı.
Geçmişte kalan bir hayali gerçekleştirmeliydim.
Tekrar eden alaycılık dudaklarıma sırıtış şeklinde yerleştiğinde açılan tuvalet kapısını fırsat bilerek bir grup kızın arasından geçtim, birkaçı öyle çok parfüm sıkmıştı ki üzerine az kalsın boğuluyordum. Öksürerek okulun diğer bir kısmına geçen koridora çıktım.
Sanki parfüm şişesini üstüne boşaltmış, diye söylenmem elbette normaldi. Ama ben, "Ne yaptın kızım? Ne yaptın? Parfüm banyosuna mı girdin? Parfümle mi yıkandın? Ne yani?" diyerek farkımı ortaya koymuştum. Açıkçası kızların söylediklerimi duymaması da iyi olmuştu bir nevi çünkü üst sınıflardan öğrencilere benziyordu hepsi, şık giyimli ve yeterince kendisiyle barışık.
Yüzüme yerleşen hafif sırıtış anında silinirken kendisiyle barışık kısmına takıldı aklım. İnsanların zihinleri, bedenlerine söz geçirebilen bir araçsa eğer, sanırım asla o kızlarla aynı sıfata erişemeyecektim fakat umurumda da değildi. İçten içe aldığım diplomanın hayalini kuruyordum ve üniversiteden mezun olduğumun kanıtı diplomayı elimde tutmadığım sürece yarım kalmaya mahkûmdum. Fırsattan istifade ailemden bile uzaklaşabilmiştim, vazgeçmeye niyetim yoktu. Eskişehir'e dönmeyecektim, imkânsızdı. Daha da kötüsü, her şeyin suçlusu benmişim gibi bakan gözlere dayanamıyordum artık.
Vicdan garip bir mertebedeydi, ulaşılması zor görünürdü ve zamanla unutulması mümkündü. Ancak benim gibiler her daim vicdanı tarafından dürtülür ya da insanların bakışlarıyla cezalandırılıp vicdani bir boyutta idama çarptırılırdı. Vazgeçmek istemememin başka bir nedeni de buydu, kendimi suçlamaktan bıkmıştım; yıpranmış kalbim taşıyamıyordu artık geçmişin yüklerini, omuzlarıma tonlarca insanın sözlerini asmışlardı ve merhamet denilen çarkı da oyun kurucu yapmışlardı. Merhamet gösterirseniz ölürdünüz, kurallar basitti ama ben saçma kuralları sevmezdim, saçma kuralların olduğu yerde saçma düzenler, önyargılar hatta gereksiz yarışmalar insanların hayatlarını işgal ederdi.
Hayatı işgal edilen olmak istemiyordum, sorunların çözümlerini Mars'ta arayan insanlardan da olmak istemiyordum. Ben... Sadece... Ben olmak istiyordum.
Adımlarım hızla derslerin işlendiği amfilerin yan koridoruna yöneldi, amacım üniversitenin dekanıyla konuşmaktı çünkü üniversite dahi olsa namımı duymuş herhangi bir öğrenci canımı sıkabilirdi. Üst düzey hukuk okumak isteyen birisi için de kötü anılar elbette engel şeklinde karşısına çıkardı. Ben kendimden başka herkese yardım edebilecek kapasitedeydim ve bunu kullanmak istiyordum. Sorunlar bir şekilde çözülürdü, asıl önemli olan sorunun arkasında bıraktığı yıkımdı.
Başımı aşağı yukarı sallayarak dekanın odasının önünde durdum, birazdan geleceğime adım atacaktım. Ciddi görüntümü bozmadan kapıyı tıklattığımda, içeriden, "Girin," diye seslenen nazik ses duyuldu. Kapı kulpunu sıkıca kavrayarak aşağı indirdim ve zarif bir adımla içeriye girdim.
Masasında oturan otuzlarının başındaki kadın kırmızı çerçeveli gözlüklerinin altından bana baktı, bir eli önüne koyduğu dizüstü bilgisayardayken diğer eli masaüstü bilgisayarda işlemler yapıyordu. Kahverengi masasının üstü beyaz kâğıtlarla dolup taşıyor, kahve kupasının ayrıldığı köşeye kadar uzanıyordu. Belki biraz dağınık görünebilirdi ama kadının normalde çok disiplin sahibi ve düzenli olduğunu iyi biliyordum.
Kapıyı kapatırken, "Ah!" dediğini duydum, kelimeler dudaklarına sürülmüş kırmızı ruju kadar şaşalı görünmüyordu maalesef. "Gelmeni bekliyordum, otursana."
Gözlüklerinin ardına gizlediği kahverengi gözleriyle deri koltukları işaret etti. Birkaç adımlık mesafeyi zar zor tamamlayarak iki kişilik deri koltuğun sağ tarafına kuruldum, bu sırada o da ara verdiği işine geri döndü.
"Buraya gelmeni beklemiyordum, kuzen." Masaya uzanan elini çekip atkuyruğu yaptığı saçından fırlayan tutamları geri itti, boyalı turuncu saçları altlarda kalan kahverengileri saklamaya yetmiyordu anlaşılan. Saçlarına dalmışken güldüğünü duydum. "İnsanların kendilerinden en az on yaş küçük kuzenlerine yardım etmesi elbette görülebilir bir şey," dedi tek kaşını kaldırarak. "Ama şimdilik bu sır ikimizin arasında kalsın."
Başımı usulca salladım. "Pekâlâ..." Sonra sustum, aşağılayıcı bakışları altında ezilmeden hemen önce.
Güldü. "Lerzan Yükselen'in cesur kızı Hazan Yükselen, kendinden beklenebilecek bir çıkışla hukuk okumak istiyor." Aşağılayıcı bir şekilde güldü, tekrar. "Beklenmedik değil, aksine tahmin edilebilir. Biraz gizemli ol, tatlım. Yoksa erkekler yüzüne bakmaz." İrkildiğimi hissettim, kuzen dahi olsak biraz ileri gidiyordu.
"Buraya okumak için geldim," dedim her ne kadar işe yaramayacağını bilsem de.
Elini havada salladı. "Çekinmene gerek yok, tatlım. Biz bizeyiz." Kulaklarımı tırmalayan gülüşü odada yankılandığında dayanamayarak ayağa kalktım.
"Kusuruma bakma, Gül abla ama gitmem gerekiyor." Çantamın uzun kayışını tutan elim sıkılaştı. "Bilirsin, öğrenci işleri," diyerek geçiştirmeye çalıştım.
Güldü yine, sonra umursamadan işinin başına döndü. Masasında yazan Gül Solmaz ismine iki saniyeliğine takılan gözlerim yere düştü ve ardından tıpış tıpış kapının dışına itildi bedenim. Acıdım, en çok da kendime. Bu sefil dünyada bir nebze insanlara yardım etmek isteyen halime acıdım. İflah olmaz kanunlara, yerle bir edilen hukuk sistemine kaydı gözlerim ve sefaletin yüreklerde biriktirdiği şiirlere yandım. Satırlarca acıyı dokudu kalbime insafsız cellatlar.
Hazan Yükselen ismi öylece asılı kaldı, sırtıma çizik atarak hatırlatılan günlerin acısı çıktı kalbimden. Kapının önünde öylece kalakaldım. Gerçekler boğazıma dizildi, konuşamadım; yutkunamadın acıları. Geçmişin çığlıkları, açtığı yaralar, ruha bırakılan saatli bombalar... İşte hüzünlü kalbime işlenen notaların bağırdığı şarkılar bunlardan ibaretti. Ben hüzündüm. Hüzünlüydüm. Hazan vaktinde salınan başıboş yapraklardım ve yere inerken çektiğim ıstırap kalbime kazınmıştı.
Sonbahar her yıl ağlıyordu.
Ben de her yıl biraz daha dibe gömülüyordum.
Sonbahar hiç gülmüyordu.
Bense duygulardan yoksun halde avcının gelip avını bulmasını bekliyordum.
Yağmurların altında ölümü bekliyordum... Yaprakların arasında ölümü izliyordum... Ve ölümün şarkısını dinliyordum rüyalarımda. Hazan. Sonbaharın şarkısı...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hüzünlü Kalpler
ActionSonbahar sessizliğin kendisiydi. Dökülen yaprakların kokusu etrafa yayılırken esen rüzgârın sesi hüzünlere eşlik ederdi. Sonbaharın şarkısı yaprak hışırdamalarıydı; esen rüzgâr ninnisiydi. Düşen yağmur damlalarının sesleri sonbaharın ölüm şarkısıyd...