6 ay önce...
Ülkemden sürülürcesine, kovalanırcasına kaçmak zorunda kalmanın bana yaşattıklarında alışmıştım. Ne de olsa 6 senem burada geçmişti. Buraya geldiğimde henüz 25'tim, şimdiyse 32. yaşıma girmek üzere... 22'mde Türkiye'de yüksek lisans, ardından İngiltere'de 4 sene doktora, şimdiyse 2 senedir yine İngiltere'de profesörlük.
Babam, annem öldükten sonra hayatla bağını koparıp yalnızca şirketten ibaret kalmıştı. Onlarınki güzel bir aşktı. Yine de ben babam gibi olmak, bir şirket uğruna hayatımı ve sevdiklerimi aksatmak istemiyordum. Bu yüzden ilk rest çektiğimde henüz 8 yaşındaydım, babam bir iş gezisinden dönmüştü ve biz annemle 3 hafta evde tek kalmıştık.
Babam önüme iki seçenek sunmuştu. Türkiye'de kaldığın sürece öyle ya da böyle şirketin gölgesinde kalacaksın ve ben senin bu aile mirası şirketle değil, kendi başarılarınla anılmanı istiyorum demişti. Haklıydı, şimdi dönüp bakınca iyi ki de yapmış demeden edemiyorum. Yine de insan ülkesini her zaman özlüyordu.
Annem öleli tam tamına 15 sene olmuştu bugün. Dile kolay, on beş... Bir çocuk için her yaş, annesiz kalmak için erken yaştır. Keza 17 yaşında, ergenliğimin doruklarında hep benle kalacakmışçasına hor davrandığım kadın bir anda hayatımdan sonsuza kadar çıkınca afallamıştım.
Artık yas tutmuyordum elbette. Yine de, aramızda sanki bir ritüel olmuş o deniz kenarlarına gitme işini de es geçmek içimden gelmiyordu. Annemin ölümünün üstünden 15 yıl geçmişken yine bir deniz kıyısında, ülkemden ve geçmişimden çok uzaktaydım şimdi.
Derin bir iç çektiğimde yürüyüşüme devam ediyordum. Sabahın bu saatinde, annemin kalbinin durduğu zamanlarda kimse bu dondurucu soğukta okyanus kıyısında gezmezdi zaten. Değil mi? Gezmezdi.
Mi?
Uzaktan gördüğüm kısa, zayıf buna rağmen dolgun hatlı bedenle duraksadım. Elbette birçok kadın ve beden görmüştüm, bir bedenden etkilenmekten ziyade bir varoluştan etkilenmek gibi bir şeydi bu. İnsanların etki alanına inanır mısınız? Ben o an, aylar sonra yanından bir saniye bile ayrılamayacağım o ufak kızın etki alanına girmiştim bile.
Genç duruyordu, bu yüzden bakışlarımla onu rahatsız etmek istemedim. Yine de sarı saçlarının düştüğü yüzünü yakından görmek arzusuna da engel olamadım. Bu yüzden koşuyormuşçasına adanın etrafında birkaç tur attım, bu sayede 4 kez onunla karşı karşıya gelmiştik. Gözleri dolu dolu etrafı izliyordu. Tanrım, gerçekten oldukça güzeldi.
Farklı bir yüzü vardı, çene hattı oldukça keskin olmasına karşın yanakları da vardı. Burnu hafif kemikliydi, yüzüne en oturan ve en yakışacak şekilde usta bir elden çıkmış gibiydi. Dudakları dolgun ve pembe, gözleri hafif çekikti. Henüz tam çözememiştim ama griyle mavi arasında bir renge benziyordu.
Bu kız bir süreliğine kafamdan çıkıp gitmişti esasen, ta ki... Aynı okulda, dersine girdiğim yeni dönemlerden birine gözüm takılıncaya kadar.
1.5 ay sonra başlamıştı dersler, yeni güz dönemiyle beraber yeni öğrenciler de başlamıştı. Onlar arasında tanıdık bir sima vardı.
Bazı ruhlar, bazı ruhlara evvelden aşinadır. Görünce anlarsınız, duyunca ya da, belki soluyunca. Evde hissettirir, evin olacağım dercesine gözünüzün merkezindedir.
Daha sonraları adının Asel olduğunu öğreneceğim bu Türk kızı, isminin anlamını verir bir şekilde tatlı bir bal ırmağını andırıyordu.
-
Asrın'ın galerisinden, notlarla Asel:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
TANRIÇA (+18)
Storie d'amore"Parmaklarımı ıslaklığında hissetmek hoşuna gidiyor, değil mi küçük melek?" "Profesör, böyle konuşmayın!"