36

472 53 18
                                    

*****

Yaptığımız toplantı ve aldığımız kararların üzerinden bir gün geçmişti. Bugün aslında büyük gün diye tabir edebileceğim bir gündü. Bugün, vampirler ve kadim cadıların son savaşının yapılacağı gündü. Tüm vampirler savaş alanına doğru yavaş yavaş akın etmeye başlamışlardı ama ben onlardan tamamen farklı bir istikamette ilerliyordum. Sözü geçen Veritas adlı tanrıçayı bulmak umuduyla yol alıyordum ve ikizler de bana eşlik ediyordu. Zaman kaybetmeden hızlıca ilerliyorduk. Savaş başlamadan önce öğrenmek istediklerimi öğrenip hızla geri dönmek zorundaydım, bu yüzden olabildiğince hızlı hareket etmeye çalışıyorduk. 

Veritas'ın ormanın ortasındaki büyük gölün yakınlarında yaşadığını, daha doğrusu oralarda zaman geçirdiğini öğrenmiştik ve bu bilgiye ulaşır ulaşmaz da yola çıkmıştık. Şimdi ise bahsi geçen gölün olduğu yerdeydik. Etraf fazlasıyla sessizdi. İkizler benim arkamda kalırken, ben gölün yakınına doğru yavaş adımlarla ilerlemeye başladım. Sanki adım attıkça kulaklarım uğulduyordu. Sert esen bir rüzgârın çıkardığı uğultu gibiydi. 

Göl kıyısına vardığımda tek dizimin üzerine çökerek öne doğru eğildim ve elimi suya soktum. Aninden vücuduma bir ürperti girmişti. Hava soğuk değildi ama üşüyormuş gibi titremeye başlamıştım. Ellerimin bile buz kestiğini hissediyordum ve suyun içindeki elimi hissedememeye başlamıştım. Bu durum normalde beni korkutur ya da telaşlandırırdı ama şu anda oldukça sakindim. Her gün yaşadığım bir olaymış gibi sakindim. 

Elimi sudan çıkardığım gibi bilincimi kaybettim. Aslında tam olarak baygınlık geçirmiş gibi bir bilinç kaybı değildi. Daha çok dış dünyayla bağlantımın kesilmesi gibi bir bilinç kaybıydı. Bedenim hâlâ aynı pozisyondaydı ama sanki ruhum bedenimi terk etmişti. 

Kafamı sağa sola çevirdim. Etrafımı görebildim ama aslında kafam hareket etmemişti. Kendi bedenimi ikinci bir kişi olarak görüyordum. Galiba gerçekten de ruhum bedenimi terk etmişti.

"Daha erken gelirsin sanıyordum. Beni şaşırttın, genç vâris." Kulağımın dibinden gelen ani sesle hızla arkama dönmüştüm ama benimle konuşan kadın metrelerce uzağımdaydı. Sesi çok yakınımdan gelmişti.

"Sen Tanrıça Veritas mısın?" Bariz olan bir gerçeği sormuştum ve bu biraz saçmaydı ama şu anda pekte mantıklı düşünebildiğim söylenemez. Tanrıça, soruma karşılık kıkırdamıştı.

"Aslında çok zekisin ama bazen küçük bir insan çocuğu gibi davranıyorsun. Bu, dünyada kaldığın günlerin sana verdiği bir alışkanlık mı?" Sorusuna bir cevap vermemiştim çünkü bu sefer de Tanrıça aynısını yapıyordu. Bildiği bir soruyu soruyordu.

"Neyin cevabını istiyorsun? Bugün onlarca kan dökülecek ama sen buna rağmen buradasın. Anlaşılan soracağın soru çok önemli. Neyi merak ediyorsan sor, genç vâris." dediğinde, sessiz kalmıştım. Soracağım soruyu buraya gelene kadar dikkatlice düşünmemiştim ve şimdi boş bir soru sormak yerine gerçekten de merak ettiğim bir soruyu sormalıydım, bu yüzden bir süre sessiz kalarak sormam gereken soruyu iyice bir düşünmeye başladım. 

Geçmişimi sormayı çok istiyorum ama Tanrıça Feronia'nın bahsettiği kader olayını da merak ediyordum. İkisi arasında sıkışıp kalmışken, alında ikisini de sorabileceğimi yeni fark ettim. Ne istersem sorabileceğimi söylemişti ve bir sınır koymamıştı. Ben niye kendi kendime triplere girerek ikisi arasında bir seçim yapmaya çalışıyorsam...

"Senden geçmişimi ve kaderimde yazılı olanları duymak istiyorum. Tanrıça Feronia, kaderimde yazılanları unuttuğumu söylemişti. Neydi onlar ve ben neyi unuttum? Daha bebekken kaçırıldıysam ve dünyaya gönderildiysem eğer, bu diyar sanki burada yaşamışım gibi, burada büyümüşüm gibi niye çok tanıdık geliyor? Geçmişte bana ne oldu? Senden bunların cevabını duymak istiyorum, Tanrıça Veritas." dediğimde, Tanrıça olduğu yerde durmaya son vererek bana yaklaşmaya başlamıştı. Artık onu daha net görebiliyordum. Beline kadar uzanan buz mavisi saçlarıyla aynı renkteki gözleri parıldıyordu. Üzerinde, ayak bileklerine kadar uzanan beyaz bir elbise vardı ve beline taktığı altın kemerle eski mısırlıları andırıyordu. 

"Soruları çok akıllıca seçmişsin. Bunları anlatmak uzun sürebilir ve savaşınız başlamak üzere. Yine de dinlemek istiyor musun?" dediğinde, hiç beklemeden 'evet' yanıtını vermiştim. 

"Sen doğduğunda yaşanan doğa olaylarının hepsi sana anlattıkları gibi, o bilgiler geçekti ama sana anlatmadıkları bir kısım var. Sen doğduğunda dünyaya gönderilmedin, genç vâris. Sen, burada on yaşına kadar yaşadın. Genç bir çocuk olarak bu diyarda koşuşturuyordun. Buranın sana bu kadar tanıdık gelmesinin sebebi işte bu. Sen burada yaşadın. Sana anlatılan çoğu hikâye, aslında herkesin zihnine sonradan yerleştirilen bir anıydı. Kadim cadılar, sen buradan doğduğun an gitmişsin gibi göstermek istiyorlardı ve bunu başardılar. Tüm diyar seni tanıyordu ama unutmuşlardı. Senin de bu diyarı ve içinde yaşayanları unuttuğun gibi."

Buraya gelmeden önce aklımda birkaç fikir vardı ama şimdi duyduklarım, aklımın ucundan bile geçmemişti. Yani ben burada yaşamıştım? Doğar doğmaz buradan koparılmamıştım, öyle mi? Ama bunu herkese unutturabilen kadimler, Drakula'ya nasıl unutturabildiler?  Ah, nasıl da unutmuşum... Drakula, benim kaçırılıp dünyaya yollandığımı dahi bilmiyordu ki. 

"Peki kaderimde yazılanlar?" Soruma cevap vermeye başlamadan önce benimle uzun bir göz teması kurmuştu. Gözlerini kaçırmadan dik dik gözlerimin içine bakmıştı ve konuşmaya başladığında ise gözlerini yanında durduğumuz göle çevirmişti. Onun göle bakmasıyla, göl aynı onun gözlerinin renginde parıldamaya başlamıştı. İşte bu manzara izlemeye değerdi.

"Daha doğduğun ilk andan beri kaderinde kral olacağın yazıyordu. Sadece vampirlerin değil, tüm diyarın kralı olmandan bahsediyorum. Ama sen bunun için kaderinde yazılan adımları atmıyorsun. Sen, vampirlerin vârisi olarak kalmaya devam ediyorsun. Geldiğin ilk günden beri yanlış seçimler yapıyorsun. Kendini kanıtlamıyorsun, genç vâris. Senin gücün, tüm diyarın gücünü barındırıyor ama bunun bile farkında değilsin. Daha çok toysun. Kaderinde yazılanların tamamını sana anlatamam çünkü bu yasaklanmış bir bilgi ama sana şunu söyleyebilirim: Kral ol, küçük adam. Babanı bile gölgede bırakacak bir kral ol. Sadece vampirler önünde diz çökmesin, tüm diyarın kadim canlıları bile sana boyun eğsin. Çünkü senin kaderinde bu yazılı. Sende doğuştan gelen bir kral ünvanı var."  dedikten sonra aniden ortadan kayboldu. Ruhum çekiliyormuş gibi bir hisle sarsılmıştım ve boğuluyormuş gibi bir hisle öksürmeye başlamıştım. Öksüren bu sefer bendim, yani kendi bedenime dönmüştüm. Artık etrafımdaki sesleri algılayabiliyordum. Rüzgârı hissedebiliyordum. Gerçek dünyaya geri dönmüştüm. 

Öksürüğümün ardı arkası kesilmezken, ikizlerin koşarak yanıma geldiklerini duyabilmiştim. İkisinin de bir elini sırtımda hissetmiştim, sırtımdan destek vererek öksürüğümün geçmesini bekliyorlardı. 

"Güzelim, iyi misin?" diye ikisi de aynı anda telaşla sormuştu. İkisinin de aynı anda, aynı kelimeyi kullanarak iyi olup olmadığımı sorması komikti ama az önce öğrendiklerimden sonra pek gülesim gelmemişti. Omuzlarımdaki yükün ağırlığı giderek artıyordu ve ben artık bu yükü kaldırıp kaldıramayacağımdan emin değildim. İlk başta sıradan bir insandım, sonra vampirlerin vârisi olmuştum ve şimdi de tüm diyarın kralı olmam bekleniyordu. Ben tüm bunları nasıl sırtlanabilirim ki? Artık nefes almak için bile vaktimin olmayacağını hissediyordum. 

Peki, ben bu yolun sonunda gerçekten kim olacaktım?

__________________________________________

Annyeonghaseyo yorobun!

Nasılsınız?

Yüzde 99.99'luk bir ihtimalle sonraki bölüm final olacak.

Aklımdaki çoğu şeyi bu bölüme sığdırabildim ve çok kısa bir kısmı kaldı. Yani savaş ve sonrası işte. Bunları sonraki bölüme yüksek ihtimalle sığdırabilirim, yani 37'de final yapabilirim.. :)

Beğendiyseniz oy ve yorum atmayı unutmayın sakın!

Dedik ve bölümün sonuna geldik.

Yeni bölümlerde görüşürüz canlarım~👐🏻

Sağlıcakla kalın, hoşça kalın💜
________

~

Snake || TaeKookVHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin