Beklenti

117 11 0
                                    

 Andre'in alaycı sesi ile uyandım. "Aşçıdan şikayetçi misin?" dedi kafesin yanındaki parçalanmış yemek kutularına bakarken. Üzeri kir pas içindeydi ve uykusuzluktan solmuş duran yüzü ile benden daha iyi görünmüyordu. Bu kadar kirlenecek ne yaptığını düşünmeden edemedim.

"Beni daha ne kadar burada tutacaksın?" dedim aramızdaki mesafeyi korumak için içgüdüsel olarak geri çekilirken.

"Tılsımın yerini söyleyemeye hazır mısın?" Kararlı siyah gözleri cevabı ararken yüzümü inceledi. Siyah saçları dağılmış, gözlerinin altında hafif halkalar oluşmuştu. İstediği şeyi alana kadar vazgeçmeyecekti.

Onu reddetmek için bir şey söylememe gerek yoktu. Bu yüzden yalnızca kafamı çevirmekle yetindim. Açığa çıkan boynumdaki izleri gördü ve bir an için yüzünden bir şaşkınlık geçti. "Sen, -ne?" Durdu. Başka bir şey söylemedi ve geldiği hızla dönüp gitti.

Haftada bir kez uzun elbisesi yamalanmış yaşlı bir kadın elinde büyükçe bir kova taşıyarak içeri giriyordu. Zaman kavramını öyle yitirmiştim ki yaşlı kadını elinde kova ile gördüğümde o haftanın bittiğini ancak anladım. Beyaz saçları beline kadar uzanan bir örgü ile toplamıştı. Kırışık yorgun yüzünde ne zaman yaklaşsa anlayış vardı. Bu ilk andan ona içimin ısınmasına neden olmuştu. O kadar halsizdim ki içeri girip yanıma gelmesini bir rüyada gibi izledim. Sakince kovayı yanıma bıraktı. Yenmemiş yemekleri ve su kaplarını topladı. Yaşlılıkla kırışmış ellerini kovaya soktu ve suyla ıslattığı bezle yüzümdeki çamurları temizlemeye başladı. O vücudumu yıkarken hareket edemedim. Üzerimdeki kirden katılaşmış elbiseyi bir kenara atarak bana kendi üzerindekine benzer uzun temiz bir elbise giydirdi. Ardından hiçbir şey söylemeden kovasını alıp gitti. Yaslandığım duvardan ona seslenip teşekkür etmek istedim ama arkasındaki adamı gördüğümde kelimeler ağzımda donup kaldı. Andre büyük bir dikkatle kafesin hemen dışında beni izliyordu. Başım belada mıydı? Artık umurumda değildi. Gözlerimi kapattım ve uyku beni alana dek açmadım.

Yemek sırasındaki bir çift bana gülümsedi. Ben de yanlarından geçerken başımla selam verdim. Benden iki sıra öndeki masaya oturdular. Onları daha önce tarlada da görmüştüm. Kalenin arkasındaki yoksul kasabada yaşadıklarını tahmin ettim. Kadın nasırlaşmış ve çatlamış ellerini eteğine sonradan iliştirilmiş bir cebe daldırdı. Az sonra özene bezene sarılmış mendillerin arasından çıkardığı kuru ekmeği paçasına sarılmış oğlana uzattı. Oğlan çalışmadığı için tek öğünü paylaşıyordu. Hadrin şaka yapmamıştı. Burada boşa besleyecekleri tek bir boğaz bile yoktu. Bataklığın hemen ilerisindeki ülkenin -kendi ülkemin- bolluğunu düşündüğümde bir utanç dalgası içimi sardı. Önümdeki yemekler eskisi gibi cazip görünmedi. Daha fazla burada kalmak istemiyordum. Tepsisi iki masa önde oturan kadının yanına bıraktım. Bana şaşkın bir yüzle baktı. Bir şey söylemesine fırsat vermeden çıkışa döndüm.

Andre çıkışın yanındaki bir kalasa yaslanmıştı. Başı hafif eğitti ve rahatsız edici bir ilgiyle beni izliyordu. Ona aldırış etmeden dışarı çıktım. Arkamdan gelen ayak seslerini işittiğimde ani bir hareketle geri döndüm.

"Ne var?" Neden bu kadar öfkeli olduğumu bilmiyordum. "Sen de Miray'dan uzak durmamı isteyeceksen hiç zahmet etme, arkadaşın kendini net bir şekilde ifade etti."

Ellerini teslim olur gibi havaya kaldırdı. "Onu söylemeyecektim ve bilgin olsun yaptığı şeyin bedelini ödeyecek." dedi sakince.

Bunu beklemiyordum. "Neden umurunda ki?"

"Emirlerime karşı çıkılmasından hoşlanmam," Gözleri tehlikeli bir ifadeyle kısıldı ama hareket etmedi. Sakinliğinin altında garip bir şey vardı. Sanki beni hor görüyordu. "Ayrıca sana daha önce söyledim, sen bana aitsin."

"Ben kimseye ait değilim," dedim her bir kelimeye vurgu yaparak. Başımı dikleştirmiştim ve içgüdüsel bir hareketle gözlerimi onunkilere diktim. Hiç şüphesiz tepkim onu eğlendirdi. Dudaklarından belli belirsiz bir seğirme geçti. Kibirli bir zarafetle yaklaştı.

"Aslına bakarsan merak ettiğim başka bir şey var," Bu bir soru değildi. Yüz yüze gelecek şekilde aramızdaki mesafeyi kapattı. Odaklanma sorunu yaşayarak bir an duraksadım.

"Ne?" Ellerimi göğsümün önünde birleştirdim. Sağolsun bu hareket aramıza biraz mesafe koydu.

"Neden kendini savunmadın?"

Sırtımı dikleştirdim. "Daha önce bir boz ayıyla karşılaşmamıştım."

Neredeyse tasasız sesli bir kahkaha attı. Ardından gözleri boynumdaki morluğa kaydı. "Kendini iyileştiremiyor musun?"

"Ah, hayır." Elim istemsizce eskiden tılsımın olduğu yere gitti. "Artık bunu yapamam."

"Son gücünü ona mı harcadın yani?" Sesinde inanmazlık vardı.

Hemen cevap vermedim. Onu beni burada daha fazla tutmaya teşvik edecek hiç bir sebep vermek istemiyordum. "Tüm bu savaş zırvalığı hakkında her ne düşünüyorsan inan bana umurumda değil. Birbirinizi istediğiniz gibi öldürebilirsiniz. Sadece bedelini Miray gibileri ödemek zorunda değil." dedim sonunda konuşabildiğimde. "Demek istediğim sen olsaydın ölmene izin verirdim."

"Öyle mi?" dedi keyifli bir sesle.

"Öyle."

"Garip birisin," Parmağının arkasını yanağıma sürttü. "Neredeyse bir ligefr olmadığını düşüneceğim."

Sinirimi bozuyordu ama bunu yapmıyormuş gibi görünerek kaşlarımı çattım. "Ne düşündüğün umurumda değil. Tılsımı sana asla vermeyeceğim." Öfkemi hissetmiş olmalıydı çünkü bu öfke beni içten içe yiyip bitirecek kadar yoğundu ama tek yaptığı gaddar bir ifadeyle gülümsemek oldu. 

TUTSAKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin