SEN ÜZERSİN,BEN TESELLİ EDERİM!-Bölüm 28

860 87 51
                                    

28. BÖLÜM

SEN ÜZERSİN,BEN TESELLİ EDERİM!

Gitmişti...

İçinden ona çılgınlar gibi 'Gitme!' diye yalvarmak geliyorken, onun seçimine saygı duymak, yaptığı işe önem vermek dünyanın en zor şeyi olmuştu Ayda için. Aklının, vücudunun, yüreğinin, her şeyinin yarısı onunla birlikte gitmişti... Yarım kalmıştı. Burukça gülümseyerek, 'Yarım, hatta Yamalak! Yamalak Ayda!' dedi içinden. Yaşama sevincini basbayağı cebine atıp götürmüştü Mehmet. Boşuna yakılmıyordu bu türküler. Söylenmiyordu şiirler... Kendi türküsünü söylemeye başladı sessizce. Gözyaşları nasıl olsa türküye ve çoktan yüreğine oturan acıya eşlik ederdi. Yalnız bırakmazlardı. Biliyordu.

Aşka uçmuştu Ayda. Yüreği gibi kanatları da yanıyordu. Yüzyıllar önce karasevdaya tutulup, Verem hastalığından ölen sevdalıları düşündü. Babasının en sevdiği düşünce adamlarından Mevlana geldi aklına. Ne demişti, "Aşka uçmazsan, kanat neye yarar?'

Aklı da yanmıştı yüreği de. Kanatları da. Ama içindeki yeniden kavuşacakları ile ilgili umut ve beklenti, sakin olmasını ve az da olsa moral depolamasını sağlıyordu.

"Sadece iki ay aşkım. Sonra bir bakacaksın, buradayım. Yanında!" demişti Mehmet giderken. Şimdi asıl sorun bu iki ayı nasıl geçirecekti? Dayanmaya çalışmak, birini hep yanında isterken onun dünyanın diğer yarımküresinde olduğunu bilmek... Görmek isteyip görememek. Dokunamamak. Ona gülümseyememek. Sesine hasret kalmak. Bütün bunları yaşayacak ve biraz daha büyüyecekti. İçinde günden güne büyüyen bu aşkın sayesinde olgunlaştığını, yaşıtlarına göre farklılaştığını biliyordu. Hüzünler insanı böyle yapıyordu demek...

Tam kavuştum derken, yeniden elinden kaçıp gitmesini izlemek... Mehmet ile yaşadığı tam olarak buydu işte. Geç bulup, çabuk kaybetmişti.

Hiç uyumadan, saatlerce konuşarak ve birbirlerini dinleyerek geçirdiler pazar gecesini. Anlamak... Aynı dili konuşmaya çalışmak... Sana ait olduğunu hissettiğin birine bunu hissettirmekti tüm yapmaya çalıştıkları.

Murat ve Emel'den ayrıldıktan sonra, Ayda'nın evinde, salondaki büyük koltukta kucak kucağa oturmuş ve yıllardır birliktelermiş gibi akıllarına gelen her şeyden konuşmuşlardı. Güneş, baş başa geçirecekleri son saatleri müjdelerken ellerinde sade kahveleri ile birbirlerine sarılarak pencereden o muazzam ışığın doğuşunu izlemişlerdi. Sedasız... Sessiz...

Pazartesi... Haftanın insanlarda hastalık sendromu yaratan tek günü, gelip çatmıştı biraz sonra. Ayda'nın okula, Mehmet'in ise ofisine gitmesi gerekiyordu. Sorumlulukları vardı. Hazırlanıp, elele genç adamın arabasına bindiler. Önce Ayda'yı okula bıraktı Mehmet. "Akşamüzeri seni alırım. Dersin bitince ara beni." demişti ayrılırlarken. Kaşları çatıktı. Başı çatlayacak gibi ağrıyordu ve güneş... Ayrılacakları zamanın geri sayımını onları hiç dinlemeden başlatmıştı... Ayda sessizce araçtan inmiş, sarsak adımlarla ana giriş kapısından fakülteye doğru arkasına bakmadan yürümeye başlamıştı. Hiçbir şey diyememişti Mehmet'e. Konuşursa ağlayacağından korkuyordu. Kendisini sınıfa zor attı. Emel'in kollarında teselli arayacaktı. İçini kara bir bulut gibi kaplayan o tanıdık hüzün yeniden ona eşlik etmeye çoktan başlamıştı.

Ağır ilerleyen trafikte dakikalarca yol almaya çalışmıştı Mehmet. Fakültenin kapısında bıraktığı Ayda'nın hali gitmiyordu gözlerinin önünden. Öylesine dalgındı ki... Onun gözlerini kaçırdığını fark etmiş, ağlamamak için kendisini güçlükle tuttuğunu anlamış ve hiçbir şey söyleyememişti. Ne diyecekti ki? Verilmiş sözleri, çıkılmış yolları vardı. Çaresizlikle direksiyona bir yumruk attı. Hayatın anlamı, değer verdiğin başka bir şey karşına çıktığında değişiveriyordu demek. Bu güne kadar hep özgür ve yollarda dolaşan bir gezgin olmak istemişti. Kök salmayan... Aile kavramını reddeden... Çoluk çocuğa karışmayı, bir eşe karşı sorumlu olmayı hep itici ve kendisine uzak bulan... Bir seyyah... Modern Çelebi! Ama şimdi...

AYCADISIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin