18. BÖLÜM
İZİN VER! BEN DE ATEŞ EDEBİLEYİM...
Yağmurlu, karanlık, puslu ve hüzünlü bir cumartesi sabahına açtı gözlerini Ayda. İnsanların neden 'Aşk' üzerine şarkılar söyleyip, şiirler yazdığını artık anlıyordu. Hiç bu kadar üzülmemiş, hiç bu kadar ağlamamış, hiç bu kadar yoksunluk hissetmemişti daha önce.
Üzgündü, çünkü İzmir'i İzmir yapan biricik arkadaşının en güzel olması gereken gecesinde durmadan için için ağlamış, hüznünü daha fazla saklayamamıştı. Bayanlar tuvaletinde bolca akıttığı yaşlardan sonra masaya döndüğünde, Mehmet'in hala gelmediğini görmüş, onu sormak için Murat'a baktığında ise "Acil bir işi çıkmış Mehmet'in. Özür diledi ve az önce gitti." diye okkalı bir cevap almıştı. Ne Murat ne de Emel ona soru sormadılar. Ama yüzlerindeki ifadeden anladığı kadarıyla her ikisi de şaşkın, kırgın ve üzgündü. En yakın arkadaşını, en güzel gecesinde, en sevdiği adamdan kaçabilmek için üzmüştü.
Ağlamıştı, çünkü... Çünkü bu hüzün yakasına yapışmış onu bir türlü bırakmıyordu. Ayda ne kadar uzaklaşmak, hayatına kaldığı yerden devam etmek istese de bir türlü olmuyordu. Aldığı her nefeste, kalbinin her çırpınışında, her gözyaşı damlasında o adam vardı artık. Vücudundaki tüm hücreler 'Meh-met!' diye bağırıyordu sanki. Onun ismi aklına takılmış, diline dolanmış söylemek istemediği bir şarkı gibiydi. Böyle olmamalıydı! Aşk denilen şey bu kadar acı verici, bu kadar yakıcı, bu kadar yorucu hiç olmamalıydı. Kendini b.k gibi hissediyor, bunları ona yaşattığı için Mehmet'ten daha da çok nefret ediyordu. Elinde olmadan pencereye vuran yağmur damlalarına dikti ıslak bakışlarını. İçinde deliler gibi yağmur yağıyordu şimdi, tıpkı dışarıda olduğu gibi...
Yoksundu her şeyden, çünkü bu adam neşesini, gücünü, inatçılığını, çetin cevizliğini her şeyi ama her şeyi silip süpürmüş, üstelik dün gece onu terk etmişti. Öylece onu orada bırakarak çekip gitmişti. 'Hoşça kal!' bile demeden. Zaten bu durumda nasıl hoş kalacaktı ki?
Yatağındaki yastıklara gömülüp biraz daha ağladı genç kız. Sonra da hüzünlü bir sonbahar gününde, hüzünlü ve derin bir uykunun kollarına teslim oldu yeniden. Yapacak ya da söyleyecek hiçbir şeyi olmayan çaresiz insanlar gibi... Uykusunda Mehmet ile birlikte ağaç eve gitmişlerdi. İkisi de birbirlerine aşkla bakıyordu. Hatta Mehmet, Ayda'ya çocukken kurduğu düşleri anlatmaya başlamıştı. Kah gülüyor kah şakalaşıyorlardı. O ağaç evde tüm hayatını onu dinleyerek geçirebileceğini düşündü genç kız rüyasında. O kadar gerçekti ki her şey.
Ağaç evde, 'Cik... Cik... Cik...' diye bağıran zil sesinin olmasına şaşırdı ve çok güldü Ayda! Durmadan ve hiç susmayacakmış gibi çalan bir kapı zili vardı evin! Ama az sonra aynı kapı yumruklanmaya başladı. Bunun olmaması gerekiyordu değil mi? Hangi aptal o güzelim, minik ağaç eve yumrukla vururdu ki? Ağaçtan düşermiş gibi uyandı sonunda! Nerede ve ne durumda olduğunu anımsadı. 'Lanet olsun! Rüyaymış!' dedi kendi kendine söylenerek.
Dairesinin kapısı hala deliler gibi çalınıyordu. Yataktan kalkarak üzerine pembe hırkasını geçirdi. Kapıdaki kimse az sonra patlayacaktı! Yalınayak kapıya doğru yürüdü. "Kim o?" dedi ağlamaktan ve uyumaktan boğuklaşmış ve grip olmuş sesiyle. Bu arada vestiyerdeki aynada kendini gördü. Aman Allahım! Suratı çarşamba pazarına dönmüştü! Savaşa hazırlanan Kızılderili yerlileri gibiydi! Kendinden hayatında ilk kez tiksindi Ayda. Suratsız, çirkin ve en kötüsü çok üzgün görünüyordu! Sorduğu soruya cevap gecikmedi.
"Kapıyı aç!" dedi Mehmet.
Ayda şu an kusmak istiyordu. Bütün iç organları aralarında anlaşmış, kendisini boykot etmeye karar vermiş ve ağzından çıkarak özgürlüklerini ilan etmek istiyorlardı. Midesi başta olmak üzere...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AYCADISI
RomantizmAycadısı...Masumiyetin Altın Çağı'dır... Karşılaşmadır... Çünkü;kendi kendileriyle savaşan ve aşkı inkar eden,hayatta bambaşka yerlerde olmayı hedefleyen iki zeki, çekici,başarılı ve sosyal insanın aynı apartmanda altlı üstlü komşu olmasıyla baş...