18. Bölüm

7.8K 379 5
                                    

 “ Aç artık,” diye mırıldandım siyah telefona doğru. Stresten elim terlerken, kaygan plastiği tutmam gittikçe zorlaşıyordu. Lanet olası telefonu neden kimse açmıyordu?

   Apar topar karakola götürüldükten sonra Çinli adamın öfkeli şikâyetlerini dinlemiştik. Ben son derece yumuşak bir şekilde başımı önüme eğer ve kurtulabileceğimizi umarak pişmanmış rolü yaparken, Max çenesini tutamayıp adamı çıldırtmıştı. Onu dirsekledim fakat artık çok geçti. Adam kontrolden çıkmış bir halde, anlamadığımız bir dilde bağırmaya başlamıştı. Sonunda polisler onu sakinleştirdi ve bizde nezarethanenin yolunu tuttuk.

   Polisin dediğine göre bir miktar kefaretle hepimiz çıkabilirdik, ya da birkaç günümüzü burada geçirecektik. Böyle bir şey kimse için mümkün değildi. Max’in ve arkadaşlarının arayacak kimsesi yoktu. Bende son çare olarak oteli aramaya karar vermiştim. Bir yandan da onlara ne diyebileceğime dair hikâyeler uyduruyordum.

   Fakat şimdi, kimse telefonlarıma cevap vermiyordu. Logan’ın telefonu kapalıydı. Otelde kimse açmıyordu. Sonunda hafızamı zorlayarak Janice’in numarasını tuşladım.

   Uzun bir çalıştan sonra sesli mesaj bırakmamı isteyen operatörün sesini dinledim. Tam telefonu öfkeyle çarpacakken, bunun tek çarem olduğunu hatırlayarak telefona iyice yapıştım. Yanımdaki polisin manidar bakışlarına aldırmadan “ Janice,” dedim. Sesimin soğukkanlı çıkmasını istesem de, araya sızan endişeyi engelleyememiştim. “ Şu an hapisteyim. Yani…” Etrafıma göz gezdirdim. “ Nezarethanedeyim. Buradakiler kefaretle çıkabileceğimi söylüyorlar. Beni dinle, bir yanlış anlaşılma oldu…” O sırada telefonu sertçe elimden çekmeye çalışan adama aldırmadan “ Yardım et!” diye bağırdım. Ondan sonra telefonu adama uzattım. Öfkeyle telefonu yerine taktı ve arkasına bakmadan gitti.

   Max’in arkadaşlarından birisi bana baktı. Adı John’du sanırım. “ Geleceklerinden eskisi kadar emin misin?”

   Max endişeli bakışlarını yüzümde gezdirdi. Kahverengi gözlerinden ne düşündüğünü algılayabiliyordum fakat sadece başımı evet anlamında sallamakla yetindim. “ Gelecekler.”

   Bunu kovalayan sekiz saat boyunca hiç kimse gelmedi. Saat gecenin on birine doğru yaklaşırken başımı soğuk duvara yasladım ve Max’in yatıştırıcı mırıldanmalarına kulak vermeye çalıştım. Neden kimse gelmiyordu?

   Sonunda gözlerimi kapamaya karar verdiğimde, demir parmaklıklı kapının ani ve sert bir şekilde açılmasıyla yerimden sıçradım. Bizi buraya tıkan polis, gözlerini üzerimizde gezdirdikten sonra “ Şanslısınız,” dedi. “ Kefaretiniz ödendi. Çıkabilirsiniz.”

   Max ve arkadaşları sevinçle dışarı çıkarken bende polisi takip ettim ve eşyalarımızı aldım. Etrafıma bakındığımda kimseyi göremedim. Belki de Janice bunu Michael’a anlatmıştı ve o gelmişti. Şimdi de dışarıda bekliyordu. Ya da Logan burada olduğumu öğrenmiş ve beni kurtarmaya gelmişti. İçimin ısındığını hissederken telefonları ve birkaç başka küçük eşyayı cebime soktum. Silah ruhsatlı olsa da, içimizden birine ait değildi. Çünkü ruhsat başkasının üzerineydi. Bu yüzden tabanca burada kalacaktı. Eh, buna bir itirazım yoktu.

   “ Bizi kimin çıkardığını öğrenebilir miyim?” dedim şeker gibi bir sesle. Orada duran şişman kadın düz bir ifadeyle bana baktı. Ben ekstra-şeker bakışımı kullanırken içini çekti ve bilgisayarına baktı.

   “ Sasha Williams,” dedi kahvesini içerken. “ Sarışın, tuhaf renkte ruju olan bir kadın.”

   Evet, bu tarif ona kesinlikle uyuyordu ama neden beni beklemeden gitmişti? Kötü düşünceleri aklımdan kovarak teşekkür ettim ve oradan dışarı çıktım.

CENNETHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin