sonder;

308 34 30
                                    

 sonder [ingilizce];

yoldan geçen herkesin kendi hayatının olduğunun, herkesin farklı şeyler yaşadığının ve farklı şeyler hissettiğinin farkına varmak.  


Günlerden pazardı. Güneş bile bugünün hüznünü hissedip göstermemişti yüzünü. Bulutlar gök yüzünü sıkıcılığıyla kaplamış, tüm griliğiyle insanın üzerine baskı yapıyordu. Böyle bir güne uyanmak fazlasıyla can sıkıcıydı fakat her ne olursa olsun bugün onun yanına gideceğim için tam olarak berbat hissetmiyordum.

Hala çaldığını fark ettiğim alarmı susturduktan sonra  duş almanın iyi geleceğini düşünmüştüm, öyle olmamıştı fakat en azından temizlendim diye düşündüm kendi kendime. Bedenimde haklıydı, böyle bir ruhu içinde barındırmak berbat olmalıydı, bunu en iyi ayna karşında her zaman kendini belli eden çökük omuzlarım açıklıyordu, güçsüzdüm, acizdim, kırgın hatta parçalara ayrılmış bir şekilde idim. Ne yaparsam yapayım, iyileşemeyeceğimi bildiğim için daha fazla zorlamak istememiştim kendimi.

Zaten dokunsan ağlayacak dedikleri kıvamda olduğum için düşünmemeye zorladım kendimi, geceden seçtiğim ve özenle ütülediğim takımımı üzerime geçirdikten sonra aynada son kez kendimi kontrol ettim. Doğum günü, ölüm günü, ya da hiçbir sebep yokken özlediğim zamanlar gitsem bile yanına giderken her zaman özenirdim. Bunu neden yaptığımı bilinç altıma defalarca sorsam da nedenini bir türlü bulamamıştım, sadece tahminlerim vardı. Onu çok seviyordum ve benim iyi olduğumu, iyi hissettiğimi düşünmesini istiyordum. Evet, bu olağandı.

Düşüncelerimden çalan kapı sesiyle sıyrılmıştım, kim olduğunu düşünürken kapı koluna asıldığımda karşımda bir demet papatya ile gülümseyen bir çocuğu görmemle dün sipariş ettiğim çiçekler aklıma dank etmişti, o kadar dalgındım ki az kalsın en sevdiği çiçeklerden götürmeyi unutup, evden erkenden çıkacaktım.

Hala bekleyen çocuğa ücretini ödeyip çiçekleri aldıktan sonra teşekkürlerimi sunup kapıyı kapatmıştım. Burnuma yaklaştırdığımda bir çok anının zihnimde canlanmasıyla burnumun sızlaması bir olmuştu, tanrım. Onu sandığımdan çok daha fazla özlemiştim.


Kuvvetlice esen rüzgara hızla attığım adımlarımda eklenince gerçekten üşüdüğümü hissetmiştim, hava soğuktu fakat yine de yürümeyi tercih etmiştim. Araba ile gitmeyi istemezdim hiç yanına, mesafe ne kadar uzak olursa olsun onun yanına giderken yürümeyi seviyordum. Ona giden yol her zaman için huzur veriyor, ona kavuşmanın heyecanını daha iyi yaşıyordum.

Ellerim ceplerimde, yürümeye devam ederken etrafı süzmeyi ihmal etmezdim. Etraftaki insanları izlemek çoğu zaman hayatın gerçekleriyle bir kez daha karşılaşmamı sağlardı, bazen de nedensizce tebessüm etmemi. Sokaklarda bir çok insan vardı. Sağ taraftan giden arabalar, parkta oynayan küçük çocuklar, karnını doyurabilmek adına çalışan insanlar, ağlayan insanlar, kavga eden insanlar, kahkahalara gülen insanlar ve nicesi. Hepsinin ayrı bir hayat hikayesi, sınavı vardı. 

Biz insanların kalpleri, duyguları ve ruhları vardır. Birde bedenleri. Fakat bedenlerimiz çoğu zaman soyutluklarımızı yansıtamaz, yüzümüzdeki ifade maskeden farksız kalırdı. Çocukluğumdan beri her zaman bunu düşünürdüm. Gülümseyen insanlar her zaman mutlu mudur? Sessiz, kimseyle arkadaşlık kurmayan insanlar her zaman bencil midir? Veya her zaman mutsuz olduğunu söyleyen insanlar ne yaşamıştır? aklımda bu soruların dolandığı zamanı hatırladığımda çocukken bile olgunca düşündüğümü fark etmiştim, bunu istemezdim. Benimde tek düşünebildiğim oyun, arkadaşlarım ve çizgi film kahramanları olmasını isterdim fakat hayat her saniye imkansız olduğunu hatırlatıp acı acı gülmüştü bu halime. İşte o zaman olgunlaşmıştı çocuk bedenim. O zaman fark etmiştim maskelerimiz olduğunu ,o zaman çok daha iyi anlamıştım üzgün olan annemin zoraki gülümsemelerini.

Biraz daha düşünürsem daha mezarına gelemeden ağlayacağımı fark ettiğim için hızlıca kovmuştum bu düşüncelerimi, zaten varmama çok az kalmıştı. Gittikçe artan heyecanım zaten buna engel olacaktı.

Attığım her adım, hem huzur, hem heyecan, hemde özlemin getirdiği hüznü de beraberinde getiriyordu. Adımlarımı sıklaştırıp mezarlığın kapısına geldiğimde duraksamıştım. Suratımda muhtemelen şekeri elinden alınmış küçük çocuğun ağlamaya ramak kalmasıyla aynı bir yüz vardı. Fakat ağlayıp her şeyi berbat etmek istemediğimden dolayı yüzüme zorla da olsa bir gülümseme yerleştirmiştim. Bende  isterdim beni kapıda büyük gülümseme ile karşılayan, geleceğimi önceden söylediğimde en sevdiğim yemeklerden yapan ve beni sarıp sarmalayan bir annem olmasını ama beni karşılayan topraktan başka bir şey değildi.

İsyanlarımı susturmaya çalışırken mezarına ulaştığımda ayaklarım beni daha fazla taşıyamamış, olduğum yere çökmüştüm. Bir süre ne diyeceğimi bilemeden bakışlarımı toprağında gezdirmiş, daha sonra konuşmam gerektiğini hatırlayıp dudaklarımı aralamıştım.

''Sana papatyalar getirdim.''elimdeki papatyaları baş ucuna koyduğumda ne diyeceğimi bilmez haldeydim. Her zaman böyle olurdu, başlarda saçmalar, sonrasında her şeyi anlatıp içimi rahatlatırdım fakat böyle bir günde sorunlarımla canını sıkmak bencillik olur diye düşündüğüm için cümlelerimi dikkatli seçmeye özen gösteriyordum.

''Umarım sevinmişsindir, mutlu olmanı istiyorum.''ellerim soğuk toprakta geziniyor, mümkünmüş gibi özlem duygumu gidermeye çalışıyordum.

''Nasılsın bu arada? Başta sormayı unuttum üzgünüm.'' cevap gelmeyeceğini bilsem de onunla konuşmayı seviyordum, buna bir şekilde ihtiyacım vardı ve ancak böyle mümkün olabiliyordu.


''Umarım mutsuz değilsindir çünkü şuan yanında olduğum için mutlu hissediyorum anne.''bu doğru değildi, mutlu değildim. Zaten kim annesinin ölüm yıl dönümünde mutlu olabilirdi ki?!

Dudak kıvrımlarım adeta savaş açmış, bükülmeye yeminliymiş gibi davranıyordu. Fakat ağlamak istemiyordum, acizliğimi görecek, güçsüzlüğümü görecek diye değildi bu. Bunu zaten her geldiğimde ağladığım için çok iyi biliyordu. Fakat yaşadığı zamanlar hasta olmasına rağmen ağladığımı gördüğünde üzüldüğünü hissederdim, bunu asık yüzüyle yapamasa da sessizliğiyle ve sakinleşmesiyle fark edebiliyordum. Bu yüzden ağlamamam gerekirdi, onu daha fazla üzmeye hakkım yoktu. 

Sahi, babam ne demişti?!

Ben kötü bir çocuktum, asla kimseyi mutlu edemeyecektim ve bencil, aptalın tekiydim. 

Cümleleri beynimde tekrarlanırken kulaklarımın tekrar uğuldamaya başladığını hissetmiştim. Haklı olabilirdi, şu hayatım boyunca kimseyi mutlu edememiştim. Kötü bir çocuktum ve annemin o gün yanında olamamıştım. Fakat insan kendisi çökmüş durumdayken başkasını nasıl iyileştirebilirdi ki?! 

Bu cümlelerden sadece Kunpimook'un haberi vardı, ona nedenini bile hatılamadığım bir günde alkol aldığım zamanlarda söylemiştim. O ise bana, babamın  kendi vicdanını rahatlatmak için böyle şeyler söylediğini anlatıp durmuştu, buna deli gibi inanmaya ihtiyacım vardı fakat bir türlü inanamıyordum. Öyle ki, babam bu cümleleri çocukken zihnime kazımıştı.

Ne zaman dolduğunu bilmediğim gözlerim toprağı ıslatmaya başladığında kendimden bir kez daha nefret etmiştim. Ağlıyordum, ve susamayacaktım biliyordum. Kendimi ne kadar engellemeye çalışsam da başaramayacağımı biliyordum.

Göz yaşlarıma eşlik eden yağmur damlaları ıslatıyordu toprağını. Gök yüzü bile acımıştı şu halime, ağlıyordu ufak bedenime. Hıçkırıklarım ardı ardına kopuyor, ağlamam gittikçe şiddetlenirken konuşmaya çalışıyordum.

''Özür- özür dilerim anne. İsteyerek olmadı, seni çok özlediğimden bunlar. Lütfen sen üzülme.''her kelimede bir fasıl ağlıyor, iç çekiyordum. İyi olduğuma inanması imkansızdı.

Gittikçe soğuyan hava üşütmüştü fakat göz yaşlarım bedenimi yaktığı için ceketimi çıkarıp toprağı örtmeye çalıştım. Üşümesini istemiyordum, şuan için benim ıslanmam umurumda değildi, tek istediğim onun kötü hissetmemesiydi. 

Hemen yanına kıvrılan bedenim ve toprağı sarmalayan kollarım ile durdum bir süre öyle. Yağmur şiddetini artırmasına rağmen kalkmaya niyetli değildim, ona  olan özlemimi bir şekilde gidermeliydim. Fakat buna arkadan gelen seslerin, kollarımdan tutup kaldırmasıyla son vermek zorunda kalmıştım, berbat durumdaydım.

kiss the rain |Markson|Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin