time;

62 10 2
                                    

time[ingilizce];

zaman.

İnsanlar gülüyor, insanlar dans ediyor, hayvanlar çoğalıyor, kelebekler uçuyor, çiçekler açıyor hatta tek boynuzlu at bile gök kuşağına sevgi kusuyor ama ben mutlu olamıyordum. Gün geçtikçe ruhum daha da daralıyor, mutsuzluğa müebbet olmuş bir şekilde sıkışmış hissediyordum. 

Her zaman yaptığım gibi şekerli olan kahvemi dibine kadar acı içiyor, sevdiğim takım elbiseyi giyinmiyor, Bappie ile eskisi kadar top ile oynamıyor ve sevdiğim yemekleri bile yiyemiyordum. Hayattan hiç bir tat atmaz olmuştum. Sadece yaşadığımı hissedebiliyordum. Oksijeni bol temiz bir hava, hayatımın devamını sağlayacak kadar besin ve kokuşmamı engelleyecek kadar duş alıyordum ve hayatımı sürdürüyordum. Bu son iki aydır böyle devam ediyordu.

İsteyerek yaptığımı söyleyemezdim, bu doğru değildi. İki ay önce kalbimden koca bir parça kaybolduğu geceden sonra yaşamış olduğum olayın hala şokunu atlatamadığımdan dolayı düzelememiş idim. Ama ilk zamanlara göre daha iyi olduğumu söyleyebilirdim. En azından hasta değildim, eskisi kadar agresifliğim kalmamıştı ve düzenli olarak işime gidip gelebiliyordum.

Yine bir sabah elime rastgele aldığım gömleği üzerime geçirmiştim ve Bappie'ye evden çıkmadan önce mamasını yediriyordum. Son anda aklıma gelen dosyamı ve ceketimi de alıp iş yerine gitmek üzere yola koyulmuştum.

Ya havalar gittikçe soğuyordu, ya da benim üşüme sebebim farklıydı. Ceketime daha sıkı sarınarak yürümeye devam ettim. Karlar altında olsam da asla yürüme alışkanlığımdan vazgeçemeyecektim sanırım, bu iyi bir şey olmalıydı. Telefonumun titremesiyle donmak üzere olan parmaklarımı harekete geçirmeye çalışıp cebimdeki telefona ulaşmaya çalıştım. Arayan Jinyoung idi. Şirkete yaklaşmak üzere olduğum için kapatacaktım fakat önemli bir şey ihtimali olduğundan cevapladım ve kulağıma yanaştırdım. Karşıdan keyifli sesi saniyesinde negatif düşüncelerimi kovmuştu.

''Hey Jackson, günaydın.''

''Sana da günaydın Jinyoung.''dedim sesimi neşelendirmeye çalışırken, tanrım, ölüden bir farkım yoktu.

''Nasılsın? Şirkete gelmiyorsun değil mi?''dediği şey ile geçen gün şirketteki tadilat yüzünden izinli olduğumuzu söylediği günün kafama dank etmesiyle yüzümü buruşturdum.

''Ah, aslında şuan tam olarak onu yapıyordum.''dedim düz bir seste.

''Ah, bir saniye. Şirkete yaklaştın mı?''diye sorduğunda etrafıma bakındım. En fazla beş dakikalık mesafe vardı.

''Evet, gelmek üzereydim.''

''O halde şimdi tekrar eve gitme, bana gel. O kadar yolu gelmişsin, biraz uğrar, dinlenirsin.''dediğinde bu fikre sıcak bakmıştım çünkü şu an tek sıcak olabilecek şey düşüncelerimdi. 

Evi şirkete çok yakın olduğu için kabul edip ayaklarımı evine doğru yönlendirdim. 

**

Şekersiz kahvemden büyük bir yudum aldım ve içimin ısınmasını diledim. Buraya son geldiğimde pek iyi şeyler yaşamamıştım. Fakat bunu kapıya kadar geldikten sonra hatırladığım için geri dönme şansım olmamıştı. Kötü hatıraların kafama doluşmasını engellemeye çalışırken gerçekten büyük bir çaba veriyordum.

''Biraz ısındın mı?''diye soran Jinyoung'a karşılık olarak el parmaklarımı oynattım ve ''Evet, hareket ettirebiliyorum.''diye cevap verdim. Karşılık olarak gülmüştü.

Kahvenin yanında verdiği keklerden açılan konu Jinyoung'ın Yoongi ile yaşadığı sorununa gelmişti.Ona bir daha kek yapmamasını, buna karışmamasnı gerektiğini söylemiş ve doğal olarak Jinyoung'da kırılmıştı. Kekinin gayet iyi olduğunu, üzülmemesini söylesem de Yoongi'ye olan kırgınlığını azaltabileceğimi sanmıyordum.

kiss the rain |Markson|Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin