Tek odada bir başına olmak, bir evde yalnız yaşamak, yaşamın en önemli yanı - daha doğrusu: kimi zaman yalnız kalabilmek, mutluluğun ilk koşulu.
Kendimi çaresiz hissettiğim çok fazla zaman yoktur. Her zaman kurtulacağımı bilirim, umuduma sarılırım. Umut da beni hiç yarı yolda bırakmazdı, her korkumdan kurtarırdı beni.
Peki ya şimdi? Sesimizi duyuyor musun umut?
Yanımdaki cani adamdan beni kurtarabilecek misin? Doruk'un iyi olduğunu bana gösterecek misin?
Biliyorum. Sen her zaman bir çıkış kapısı açardın. Şimdi de bana yardım edeceksin.
Bilincim yavaş yavaş kendine geliyordu. Gözlerimi açmaya çalıştım ama dışardan vuran ışık beni kör edecek gibiydi. Kendimi yeni doğan bir bebek gibi hissediyordum. Ama yanımda beni doğuran kişi yoktu. Ben onun varlığından bile şüpheliydim. Ama hayır, Doruk iyiydi. Gelecek ve beni alacaktı.
Uyandığımı gören takım elbiseli adamlardan biri arkadaşlarına haber vererek tüm dikkatleri üzerime çekti. Hızla yanıma yürümeye başladı.
"Bir şey istiyor musun?"
Güldüm. Şizofreniye doğru giden ruh sağlıma artık engel olamıyordum.
"Doruk'u"
"Salak salak konuşma kızım. Patron seni odaya kilitlememizi istedi, tuvaletin falan varsa şimdi söyle bir daha çıkamazsın."
"Bakın benden ne istiyorsunuz? Doruk iyi mi?"
Adam sıkılmışçasına yüzüme baktı. Yanımdaki adamlara işaret verdi. İri yarı insanlar iki kolumdan tutup beni bir yere sürüklemeye başladı. Onlara karşı koymaya çalıştım, ayaklarımı bilinçsizce sallıyor, sürekli bağırıyordum. 'Doruk nerede?'
Beni bir odaya hapsetmeden önce adamın biri halime acımış olacak ki kulağıma 'O iyi' diye fısıldamıştı. Rahatlayan yüreğim, normal ritme giren kalp atışlarım, bulanan midem yoluna girmişti. Aklıma sürekli Kafka'nın Milenaya Mektupları eserinden bir kesit geliyordu.
Birden akşam olmuş ve sen yanımdasın... Sokakta, kaldırımın üstündesin. Benim bir ayağım kaldırımda, bir ayağım yerde, elini tutuyorum... Hızlı hızlı, kısa kısa tümcelerle bir konuşmadır başlıyor aramızda. Bu konuşma hiç kesilmiyor, uyanıncaya dek! Neler konuştuğumuzu anımsamıyorum, yalnız sondan iki, baştan da iki tümceyi söyleyebilirim... Ara yerde konuşulanlar anlatılamayacak kadar acı. Bakışlarından bir şeyler sezmiş olacağım ki, daha selamlaşmadan: "Beni başka türlü canlandırmıştın kafanda, değil mi?" diyorum. "Açık söylemem gerekirse, evet" diyorsun... "Seni daha alımlı sanmıştım." Konuştuğumuz ilk iki tümce buydu işte, (Bir şey diyeyim mi? Biliyorum, her yaptığım işte bir eksik yanım vardır, ama ezgi konusunda yüzde yüz, baştan sona sıfırımdır! Hiçbir işte böylesine kesin bir bütünlüğe ermemişimdir!) Başka ne konuşabilirdik? Her şey aydınlanmıştı... Derken, ne zaman bakışacağımızı tartışmaya başladık. Ben durmadan soru sordum, sen durmadan anlaşılmaz bir sürü kaçamaklı karşılıklar verdin.
Bu kitabı ilk okuduğumda kendime hep 'nasıl' sorusunu sormuştum. Bir insan bir insanı nasıl bu denli sevebilir? Canından bile çok derler ya Kafka'nınki de öyle bir aşktı. Nazımın Pirayesi, Kafka'nın Milenası, Turgut'un Tomrisi, Doruk'un Derini...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MAVİNİN DERİNLİĞİ
Novela JuvenilKalbi paramparça olan bir kız. Aşkın en kötü halini yaşamış, yıllarca kendini duvarlara hapseden suçsuz olan bir mahkum. Adının hakkını sonuna kadar veren masum, ürkek ve bir o kadar da cesur olan Derin Özgün... Dünyaya maviliklerini açtığından beri...