Sayfaların üzerinden akıp giden gözlerime parmaklarım müdahale edip önünü kesiyor, ardından tüm duyguyu içine çektikten sonra geçmesine izin veriyordu. Kanımda zehrin yayılması ardından bedenimin uyuşması gibi bir çarpıntı zihnimi esir aldıktan saniyeler sonra gözlerim acıyla kapanıyordu. İşte bu kelimlerin bağzıları insanın canını yakmayı başarabiliyordu. Hele ki görmüşse kendinden kırıntılar o zaman boyut atlayıp bedenini parçalara ayıran onu, sadece kirpikleri ardından izliyordu. Kan yerine mürekkep dökülüyordu. Cinayetin böylesi işlenirken duyulmayan çığlıklar, üst saffada yankılanıyordu. İnsan, ölürken nefes almaya devam ediyor, aynı zamanda dudaklarındaki tebessüm hiç gitmiyordu. Öyle bir insan ki ölümü güler yüzle karşılayabilecek kadar cesur, elini uzatıp toşalaşacak kadar yürekli. Tüm bunlara sebep olan ise uçlarından duygular akan, satırlara sığacak derecede küçük ama onları yıkabilicek kadar da ağır olan kelimelerdi.
"Deniz ne yapıyorsun? Gelsene başlamış herkes çöleğine, sen de bir şeyler yap." Başımı kaldırıp Elis'in yüzüne baktım. "Geliyorum şimdi." Elis eşyalarını astıktan sonra bir kaç adım atarak göz hizamda durdu. "Sıkıntın olursa her zaman yardıma gelirim." Başımı geriye atıp yüzüne baktım ve hafifçe sallayarak dudaklarımda oluşan tebessümü sundum. "Teşekkür ederim." Gittikten sonra akciğerlerimde baskısını hissettiren nefesimi bırakıp başımı indirdim, kitabı kapattım. Kenara bırakırken kapağa bir kez daha göz gezdirdim. Gözlerimin takıldığı noktalarda beynim oyalanmayı redderken ikilemde kalmış bir şekilde ayağa kalktım, üstümü çırtıktan sonra çamurun olduğu yere doğru bir iki adım attım. Gözlerimi kapatarak ifadesizce arkamı döndüm. Önlüğü almayı unutmuştum. Küçük camların yanındaki askılıkta asılı olan önlüğü alarak sağ ayağımın üzerinden geriye döndüm. Kafamdan geçirirken bir adım attım. Yavaşça gıcırtılar yükselerek hava da kulak tırmalayan sesler oluşturuyordu. Bu sese bilinç altım yavaştan alışmaya başlamıştı. İlk zaman ki kadar rahatsız etmiyordu artık. Düşüncelerimle birlikte hareket ederken bir yandan da önlüğün iplerini bağlıyordum. Tahta masanın oraya gittiğimde adımlarım durdu, sakin bir tavırla sandalyeye oturunca saçlarımı geriye atarak çarkı çevirdim ve çamura şekile vermeye koyuldum.
Dönen daire tahtaya dalan gözlerim, tahtataların aralarındaki boşluğu mazinin getirdiği anılarla dolduruyordu. Çömlek yapmaya başladığım zamanı tam olarak hatırlayamasamda kazadan önce olduğunu seziyordum. Bunu geliştirme sürecim ise lise son sınıflardayken olmuştu. Babamın baskılarını üst seviye tuttuğu dönemdi... Eve gitmemek için her türlü şeyi denesemde çözümü yine çömlekte bulmuştum. Kafamı dağıtmaya yettiği pek söylenemesede en azından oyalanacak şeyler olması iyi hissettiriyordu. Sonrasında aniden çömleğe oluşan sevgimle birlikte bu sadece kafa dağıtma değil, hobi haline gelerek hayatımı daha farklı etkiledi. Şekil vermek mesele değil, onu herkes yapabilir. Fakat senin kafandaki yani bir nevi senin şeklini aldığında anlıyordun arandaki bağı. Ellerinin gezindiği yerde hissettiğin düşünceleri ve bunu süsleyen tümceleri.
Nefesimi bırakırken havada ki çark seslerine çarpıp yükseldi ve bir müddet sonra ortadan kayboldu. Duyulmaz tınıların arasında yerini alan o ses, düşünceleriyle yaşayan bir insanın nefesiydi ve buram buram yalnızlık kokusunu yayıyordu. Duyulmuyor ama hissediliyordu fakat duyulsaydı, zira duymak yetmezdi anlamaya. Tüm somut özelliklerin kullanılması şarttı. Şimdi öyle mi? Hissettiğinde görmeye ihtiyacın kalmıyor, kalp gördüğü için. Sese ihtiyaç yok, kalp duyuyor yine. Düşüncelerle harmanlanmış olan, hissetmeye bastırılmış, iki dudak arasından sıyrılan o nefes her şeyi anlamaya yetiyor. Anlayamayanlar ise en ufak bahanelerin ardına kaçıp hata süsü veriyor. En büyük hata zihinlerinde olmasına rağmen hemde. Bu duygu yoğunluğunu hangi akli dengisi sağlam kişi görmeyip bahene üretebilir ki? Benliğimin kurduğu cümleler başka benliklere ters düşebilir. Hayatımın bir kısmında, yani susmak yerine konuşmayı seçtiğim zamanlarda bunun için aldığım tepkiyi dün gibi hatırlıyorum. Bir kitapla alakalı girdiğim tartışmada kitap okumayan biri kendini haklı çıkaramaya çalışıyordu. Komik ve saçma bir görüntüsü olsa da insanlar haklı olanı değil işine yarayanı tutardı. Bu yüzden yalnızdım ve ondan sonrada yalnızlığa yelken açtım. En iyi liman o olmuştu bana. Diğer limanları bir liman için yaktım. Bunu yaparken bir an olsun gözümü kırpıp tereddüt kuyusuna atlamadım. Giren çıkamıyordu, sebebi ise derinliğinden değil. Yanına çektiği insanı içten içe bitirip yok etmeyi seviyordu sadece. Dıştan sağlam gibi gözüksede insan, içi yok olmuşsa en ufak sarsıntı onu yerle bir ederdi. Yani tereddüt, kurdun elmayı yemesi gibi gözünü kırmadan insanı yiyip bitiren illettir. Dayanak olmaz, soru sormak cevap buldurmaz. Önünde olan iki seçenek vardır; biri olumlu sonuçlanır diğeri olumsuz. O an için hangisinin hangisi olduğuna karar veremeyebilirsin. Kendine güvenmeyip tereddüte kapılır, ikisine de girmek istemeyebilirsin. Gayet normaldir bu iki durumda. Ama bu senin danışmaya ihtiyacın var demek değil. İnsan kendine yeter, onlarında bilmediğini farz et ki zaten öyle, sana yanlış yolu gösterdiğinde bunun bedelini ödeyecek olan sensin ve en kötüsüde onu sen seçmedin. Bir başkasının yoluna saptın. Kendi gökyüzün yok, gözlerinin görmeye alıştığı ağaçlar, otlar hepsi bir anda değişti. Sen değiştin. Sen kaybolmadın, kaybolmayı zihninle seçtin. Kendi ellerinle girdin bu yola. Yahut korkarken olumsuzluklardan onları kendi ellerinle çağırdın. Seçimi yapmayan sen bedelini ödemeye mahkûm kaldın. Hemde ufacık bir tereddüt yüzünden.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Karanlığın Tutsağı
ChickLit(Düzenlenen kısımları mevcuttur.) GÖRÜLMEMESİ GEREKEN ŞEYLER... "Neden beni izliyordun?" "Seni izlemiyordum. Neden bahsettiğini bilmiyorum." TEHLİKELİ OYUNLAR... "Ha! Bu arada, bir daha ki sefere anahtarı daha güvenli bir yere koymalısın." KORKU DOL...