Amfiden girip kendime güzel bir yer bulduğumda, aslında dersi dinlemek istemiyordum. Ama yinede, sınırlarımı zorlayarak en güzel yerlerden birine kurulmuştum.
Sınıfın yavaşça dolmasıyla çantamdan leptobumu çıkardım, ve çalıştırdım. Profesör içeri girdiğinde, geriye kalan üç gramlık aklımı derse vermeye kararlıydım.
Dersin yarısının yarısına bile gelmeden leptobun ekranına boş boş bakarken bulmuştum kendimi. Zihnim, mahalle pazarları gibi karmakarışıktı. Ve eğer, içimde yaşamasaydım, kendime sorduğum soruları başka biri duysaydı direk fakültenin kapısına koyarlardı beni.
Acaba, pizzayı yuvarlak yaptıktan sonra üçgen şekillerde kesip kare kutulara koyan adamla, evleri dikdörtgen yapıp daire ismi veren adam aynı kişi miydi?
Ya da, suyun kaldırma kuvveti mi daha güçlüydü yoksa yer çekimi mi?
Eğer bugün hava sıcaklığı sıfır derece ise ve yarın iki kat daha soğuk olacaksa, yarın da mı sıfır derece olacak demektir?
Eğer uçağın karakutusu kaza anında parçalanmıyorsa neden bütün uçak o maddeden yapılmıyor?
Uhu iyi bir yapıştırıcıysa içinde bulunduğu tüpün içini neden yapıştıramıyor?
Dünya dönüyorsa neden zıpladığımız zaman aynı yere düşüyoruz?
Ya da en merak ettiğim- "Öğrenci Lee Min Su?" adımı duymamla zihnimdeki iğrenç kargaşadan çıkmış ve bana bakan profesöre odaklanarak gülümsemiştim, zoraki olduğu neredeyse deniz aşırı ülkelerden bile belli oluyordu.
"Tam karşıma oturmuşsun ve dersle alakan neredeyse sıfır. Her neyse, işlediğimiz ve senin kaçırdığın yerler için sana iyi bir ödev vermeliyim değil mi?" kafa sallamışken Kafamın kopmasını diliyordum. Hata ettim, acı bana diye dizlerine kapanmak ve feryat figan ağlamak istiyordum.
Lanet kadın, asla boş geçmiyordu.
"Ders çıkışı yanıma gel, seninle özel olarak ilgileneceğim."
İyi halt edeceksin!
*
Ödevimi profesörden aldıktan sonra, yasta da olsam bu kadının derslerini kaçırmayacağıma dair yemin etmiştim.
Kadın, beni öldürseydi içim bu kadar kan ağlamazdı.
Öyleki verdiği ödev yüzünden ve işsiz olduğum için direk kütüphaneye gelmiş verdiği konunun sadece bir başlığı için neredeyse tüm rafı, kaptığım masaya yığmıştım.
Ah, birde bunca kitabı tek başıma taşımış ve felç olmamak için dualar etmeye başlamıştım. Telefonum titrediğinde üzülmemem için bana yalan söylüyor olabilir diye düşündüğüm Jin Ae, iş saatlerinin ve alacağı maaşın geniş özeti yazıp atmıştı.
Keşke, diye düşündüm bir anda. Keşke onun için daha erkenden işi bıraksaydım.
Kız resmen altın kaşıkla doğmuştu, işten çıktığı gün daha iyi şartlarda başka bir iş bulmuştu. Ama ben, kenara attığım paramla hayatımı geçirmeye çalışıyordum.
Elinden şekeri alınmış üç yaşındaki çocuklar gibi hayata trip atıyordum. Ama yanlış yerde attığımdan, efsane bir ödevim olmuştu. Acaba, profesörüm diye geçinen kadın bu kadar bilgiyi biliyor muydu?
Lanet okuya okuya slayt programını açtım ve kitabı önüme koyarak biraz da olsun yapıyorum diye geçinmek ve mutlu olmak için birkaç şey yazmaya çalıştım.
Ama keşke, yazmaya çalışmakta kalmasaydım.
"Ben daha kendi dilimden anlamıyorum, bu ne ya?"
Leptobu kapatarak kafamı onun üzerine yasladım. Gözlerimi kapatacakken kalabalık bir masada ders çalışan Hoseok'u görmüştüm. Başka bir işim olmadığından biraz onu inceledim.
Dudakları aşağı doğru kaymıştı, tam bir insan sarrafı olduğumdan, bu düşünceme gözlerimi devirmiştim, stresli olduğunu anlamıştım. Önündeki kitabı milyonlarca parçaya bölmek istermiş gibi bakıyor ve dudaklarımın kıvrılmasına sebep oluyordu.
Saçlarının rengi daha da açılmıştı ve aslında bu renk geçişleri bile ona yakışmıştı.
Üzerinde tam olarak göremediğim bir adam baskılı tişörtü vardı ve kendi bedeninden biraz daha büyükmüş gibi duruyordu. Ayrıca taktığı kemik gözlükleri onu inek değil, entelektüel biri gibi gösteriyordu.
Evet, Hoseok ayna karşına geçse ve kendini bir-iki saat izlese böyle bir rapor çıkaramazdı.
Kafamı sallayarak kendime gelmeye çalışsam bile minnak olan beynim boş kafamın içinde sekiz tur atmış ve mide bulantısı olarak bana geri dönmüştü.
Çöküntü ruh hali, beni benliğimden uzaklaştırıyordu.
Uykum vardı ve ben, kütüphanede herkes harıl harıl ders çalışmaya devam ederken tek çalıştığım uyuya kalmamaktı.
O sırada ne zaman geldiğini fark etmediğim nane yeşili saçlı olan, sanki uzun zamandır Hoseok'u izlediğimi biliyormuş gibi bana göz kırpmış ve Hoseok'u işaret etmişti.
Yakalanmanın verdiği utançla göz devirdikten sonra biraz da olsun yolu yarılamak için ödevimin başına geçtim.
Rekorum on dakika kesintisiz ders çalışmak olduğu sırada, sürekli bana randevu teklifi gönderen bölümümdeki oğlan tam karşıma oturmuştu.
Kafamı kaldırdım, göz göze geldik. Bu cidden rahatsız ediciydi. "Selam." dedikten sonra gülen çocuğa sadece tip tip bakmakla yetindim. Kütüphanedeydik, ne bekliyordu ki benden? Muhabbet masası kuramayacaktım şimdi.
Ölüm yavaşlığında eşyalarımı topladığımda hala gülerek beni izliyordu. Ah, gitmekten başka çarem kalmamıştı sanırım.
Bir yandan Hoseok'un arkadaşı nane yeşili saçlı oğlan, diğer yandan ise randevu teklifiyle gelen ve sürekli imalarda bulunan bu oğlan.
Cidden, çekilecek çile değildi.
Masadan kalkarken "İyi çalışmalar." dedim ve üç kişinin göz hapsindeyken kütüphaneden ayrıldım.
Ama yolu yarıladığımda, yanımda benimle yürüyen bir Hoseok vardı.
*
ŞİMDİ OKUDUĞUN
destiny | hoseok
Fanfiction❛Eğer o gün, o kahve dökülmeseydi belki de bugün biz olamayacaktık Hoseok.❜ 180107