Sonbahar yağmurları bir haftadır aralıksız yağıyordu. Fakat bugün hava biraz daha soğuk ve rüzgarlıydı. Yağmur ise diğer günlere kıyasla daha şiddetli yağıyor, işte ben buradayım dedirtiyordu.
Etraftaki ses kulağa çok hoş geliyordu. Yağmurun yerle buluştuğu vakit çıkan ses, rüzgarın fısıldar gibi uğultusu, hatta ve hatta gök gürültüsü bile bu anlamsız melodiye bir renk katıyordu.
Bu anlamsız melodiye renk katan bir başka şey ise hamile bir kadının avazı çıktığı kadar bağırışıydı. Kadın, sıcak ve sarı bir ışığın aydınlattığı küçük odada, yanında elini tutan kocası ve onu doğurtmaya çalışan ebeyleydi. Hamile kadın yatağa boylu boyunca yatmış bağırıyordu. Kocası bir yandan ona destek veriyor bir yandan da doğacak olan çocuğunu bekliyordu. Ebe bir yandan hamile kadına, "Derin derin nefes al. Az kaldı." diyordu. Diğer yandan ise kadının karnına baskı uyguluyor ve rahmine bakarak bebeği kontrol ediyordu.
Az sonra bu anlamsız melodiye bir de bebek ağlaması katılmıştı. Ebe bebeği görünce şaşırdı. Nur topu gibi bir kız olmasına karşın bebeğin saçları ve gözlerini görse güneş, ben nasıl bir sarıyım diyip hayata küserdi. Yani o kadar güzel bir güneş sarısıydı. Bebeğin gözleri oldukça büyüktü ve rengi parça parça koyu sarı ve parça parça kırmızıdan oluşuyordu. Saçları da aynı şekildeydi. Çoğunluğu sarıydı ama arada kırmızı kırmızı tutamlar vardı.
Ebe ufak bir büyüyle yandaki beyaz çarşafı aldı ve bebeği bu çarşafa sardı. Sonra da kadına doğru ilerledi. Bebeği tam kadına veriyordu ki kadın, tekrardan bağırmaya başladı. Ebe şaşkınlıkla kucağındaki bebeği adama verdi ve kadının rahmine baktı. Sonra da konuştu.
- İkiz çocuklara hamilesin, benim güzel kızım. Biraz sık dişini ve ıkın.
Kadın, ebenin dediğini yaptı ve tekrardan ıkınmaya başladı. Yaklaşık bir dakika sonra bir bebek ağlaması daha duyuldu. Ebe yine fazlasıyla şaşırmıştı. Nur topu gibi yine bir kız olmasına karşın bebeğin saçları gece kadar karaydı. Ara ara laciverte de kaçıyordu. Gözleri ise, belki de insanın görüp görebileceği en güzel, beyaza yakın griydi. Gözlerini tarif etmek zordu. Beyaz gibi gözüken gözlerinde parça parça grilikler vardı ve bu grilikler parlıyordu. Ayrıca oldukça da büyüktü, bebeğin gözleri. Tıpkı ikizi gibi. Ve tıpkı ikizi gibi belki de daha beyaz bir tene sahipti.
Ebe yine büyük bir şaşkınlıkla beyaz çarşafı aldı ve bebeği bu çarşafa sardı. Sonra da kadına doğru ilerledi ve bebeği onun kucağına verdi. Kadın bebeğini kucağına aldığında tıpkı ebe gibi şaşırmıştı. Hemen kocasının kucağında olan bebeğine baktı. Fakat kocasının kucağındaki bebeğini görünce şaşkınlığı bin kat arttı. Gözlerinde bir film şeridi gibi geçen şaşkınlık, endişe, korku gibi duygularla eşine baktı. Eşinin gözlerinin içine... Eşi de aynı duyguları gözlerinde barındırıyordu ve o da karısının gözlerinin içine bakıyordu. Birbirlerine öylece baktılar.
***
- Efendim, efendim! Kitap parlıyor!
Siyah cübbeli adam, kendisinden fazlasıyla yaşlı olan gece mavisi cübbeli adama hitaben konuşuyordu. Gece mavisi cübbeli yaşlı adam birden arkasını döndü. Yaşlı adamın; uzun bir boyu ve üflesen uçacak tabirine uyan bir vücudu vardı. Cübbesiyle neredeyse aynı renkte olan mavi gözlerini perdeleyen gözlükleri, yuvarlak ve küçüktü.
Yaşlı adam gözlüğünü hafifçe ittirdi ve ellerini epeyce uzun olan ak sakallarına götürdü. Ardından konuştu.
- Hangi kitap?
Siyah cübbeli adam hemen ona cevap verdi.
- Kehanetler Kitabı, efendim.
- O hâlde burada ne duruyoruz?! Hadi, hemen gidelim!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Güneş ve Ay
FantasyBüyülerin, elementlerin ve kılıçların havada uçuştuğu fantastik bir dünya sizi bekliyor. Normal olmayan ikizlerin kendileriyle ve dış dünyayla çatışmasını okumaya hazır olun. Neredeyse her hikayede olduğu gibi bu hikayede de iyi-kötü çatışması var...