Güneşin, havayı karanlıktan aydınlığa çıkarmak için yavaşça yükseldiği sırada yatağın içinde doğruldu. Onun için zaman kavramının bir anlamı yoktu ama saatlerdir uyumadan zorunlu bir şekilde yatakta uzanmaktan sıkılmıştı, sabah olması bir şey ifade etmiyordu.
İşlevini yitirecek kadar eskimiş yorganı üstünden atıp çıplak ayaklarına önce çorap, sonra ayakkabı geçirdi. Ranzanın demirinden tutunarak ayağa kalktı, yatakla temasını tamamen kesti.
Parça parça, üst üste, yan yana, büyüklü, küçüklü, yaygın bulutların arasından görünmeye çalışan güneşin ışınları atmosferi beyazdan sarıya, sarıdan turuncuya, turuncudan kızıla, kızıldan pembeye, pembeden lilaya, liladan açık maviye boyamıştı. Batı tarafta kalan gece mavisi de gittikçe kayboluyordu, bu manzara huzur verici olsa da Hwasa bundan nefret ediyordu.
Her gün aynı manzarayla uyanmaktan, farklı şeyler yapamamaktan, özgür davranamamaktan çok sıkılmıştı. Madden ve manen köşeye sıkışmış hissediyordu. Bu küçücük yer ona iyi gelmiyordu, nefesi darlanıyordu. O, bu yerde olmayı hak etmemişti ve çıktığında, ki bu en az dört ay sürecekti, arkasında hiçbir iz bırakmadan, pılını pırtısını toplayarak Güney Kore'ye dönecekti. Önünde başka şık yoktu zaten.
Parmaklıklı pencerenin önüne geldi Hwasa, başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Derin bir nefes alarak içinden geçirdi: "Şurada göreceğim birkaç renk ve binbir tonu, onu da elektrik telleriyle berbat ediyorsunuz anasını satayım."
Sinirlerinin bozulmasıyla kısa bir kahkaha attı, bu sefer sesli konuşuyordu: "Ne bekliyorum ben buradan ya? Beş yıldızlı oteldeyim sanki de odamdan memnun değilim, söylesem değiştirecekler."
"Sessiz olsana be, sıracalı!"
Arkasından gelen kaba sesle irkilerek arkasını döndü, soğukkanlılıkla söyledi: "Bunu bana, buraya genelevden getirilen kadın mı söylüyor?"
Kadın kaşlarını çattı: "Adam bıçaklamaktan iyidir."
Tekrar bir kahkaha attı Hwasa: "Şaka mısın sen?"
Kadın omuz silkti.
"Sana beyninin algılamaya yetmeyeceği şeyler anlatmayacağım, işine bak sadece. Bulaşma bana." diye devam etti gözünün önüne düşen kırık, dalgalı, uzun tutamları geriye atarak.
"Ses çıkaran sensin!"
Kadın tekrar sesini yükseltti, ayağa kalkmıştı ve el bileklerinin tersini leğen kemiklerine yerleştirmişti, bu bir kavga başlangıcının göstergesiydi.
Çıkan gürültüden birkaç kadın uyanmış ve yarı kapalı gözleriyle olayı anlamaya çalışıyorlardı. Dağınık, kabarık, siyah saçlara sahip kısa kadın sordu: "Ne oluyor sabah sabah?"
"Abla, gerçekten hiç uğraşamayacağım. Benimle muhatap olmayın, yeter."
Hiç kimsenin bir şey demesine izin vermeden tuvalete yöneldi.
Tuvalete girer girmez midesi şiddetle bulanmaya başladı. Sağlıklı hissetmiyordu birkaç gündür, tuvaletin pis kokusu da bulantısını tetiklemişti.
Koşarak bir kabine girdi ve klozete eğilip kusmaya başladı. Kusmaktan nefret ederdi; kısıtlanmaktan nefret ederdi, boş insanlarla aynı ortamda bulunmaktan, cahillerden; güneşten, mavi gözlülerden nefret ederdi. Nefret etmişti çoğu şeyden bir gecede.
Bir gece, sadece bir gece, hayatını mahvetmişti. O gece mutluydu, hedeflerini gerçekleştirmiş ve memnun bir şekilde Kore'ye dönecek, Namjoon'una kavuşacaktı. Bavulunu tam takır hazırlamıştı. Oğlunun sevebileceği çikolatalardan almış, isteği üzerine çocukluk fotoğraflarını eksiksiz koymuştu.
Küçükken okuduğu imzalı kitapları, daha önce kullandığı gözlükleri, çizgi film CD'leri, annesinin işlediği takı kutuları ve daha birçok şey... Hepsini bavullarına yerleştirmişti.
Uçağının olduğu gecede talihsiz ve iğrenç bir olay yaşamıştı. Aklına geldikçe boğuluyordu, nefesi sıkışıyordu.
Hayır, hayır, kendini namussuz ya da kirli hissettiğinden değil; nasıl güçsüz ve savunmasız olduğundan, dünyanın adalete dair bir toz parçası bile barındırmadığındandı bu halleri.
Kabinden çıkıp ağzını bol suyla çalkaladı, güne harika başlamıştı cidden. Bundan daha mutlu olamazdı.
Soluk yüzüne baktı kirli aynanın karşısında, çökmüş göz altlarına, feri sönmüş gözlerine, seyrekleşmiş kaşlarına, boynundaki izlere... Bu görüntü karşısında yutkundu. Çok değil, daha iki buçuk ay önce aynada hep kendisininkiyle birlikte Namjoon'un da yansımasını görürdü.
Bakışlarını yüzünden çekmeden yarım ağız güldü, hâlâ kendini izliyordu. Namjoon adını içinden geçirince omuriliğinin aşağısından yukarısına doğru bir titreme esir almıştı vücudunu, tüyleri diken diken olmuştu. Kanı çekilirken gözleri dolmuştu.
"Namjoon..." dedi kısık sesle. Hwasa bile zor duymuştu kendini, dudaklarına bakmayı sürdürdü. Dudağının sağ kenarına gelen damlayı görünce burnunu çekip sağ elinin tersiyle sildi.
Yüzünü soğuk suyla yıkayıp toparlandı, derin nefes aldı: "Zaman geçecek, her şey düzelecek ve hak eden yaptığını bulacak."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HEART REAT
Fanfiction"Bana 'sahip' deme bebeğim, ben senin sahibin değilim. Zira sen benim kalbimin sahibisin." Lunaparksız ve pamuk şekersiz, kedi çocuğun kaçırılmadığı bir hikaye arıyorsanız gönül rahatlığıyla kütüphanenize ekleyip okuyabilirsiniz. Bangtan'ın doğum g...