0.0 ❦

26.7K 1.5K 1.1K
                                    





Bilirsiniz, sıradan insanların başına gökten taş yağmuru yağmaz, evlerinin çatısına bir anda kayan yıldız düşüvermez ve gözlerinden gözyaşı yerine kan akmaz.

Sanırım ben sıradan bir insan değildim. Yanlış anlamayın, alnımın üzerinde, saçlarımın arkasına sakladığım bir şimşek izi yoktu, ne de olsa ben bir Harry Potter değildim.

Fakat, düşünce gücüyle telefonumu prize takamasam da, sıradan birisi olduğumu düşünmüyordum.

Bunun en büyük kanıtı ise bu sabah güneşin tepeden vurup insanların küfürleri altında ezilen ışınlarının aydınlattığı sokakta yaşananlardı; daha doğrusu, yaşadıklarımdı.

Okuldan eve pili bitmiş batarya gibi paytak adımlar eşliğinde dönerken daha fazla yürüyemeyeceğimi anlamış ağır bedenimi otobüs durağında otobüs beklerken bulmuştum.

Bakışlarım yorgunluktan sürekli biryerlere dalıyor, tarih hocamızın anlattıklarını zihnimde yerleştirmeye çalışıyordum; 1912 yılında Yunanlar Osmanlıya 25 binlik orduyla yürüyüş yapmış ve Osmanlı onların esaret altında kalmıştı. Doğru mu hatırlıyordum yoksa yine bilgiler kanat takıp aklımdan uçmuşlar mıydı bilmiyorum ama pek umursadığım da söylenemezdi.

Kafamı iki yana sallayıp sıkıntılı bir nefesi ciğerlerimde idam ettim. Otobüs hâlâ gelmemişti. Tam yanımda ağlayan küçük çocuk ise katil olma potansiyelimi gittikçe artırıyordu. Ya çocuğum bizde otobüsü bekliyoruz. Ben hiç ağlıyor muyum? Benim senden ne eksiğim var? Sen gökten zembille falan mı indin de, mızmızlanıp ağlıyorsun.

Gözlerimi devirip bakışlarımı ileride ki kaldırıma diktiğimde gördüğüm tek şey kaldırımda oturup elindeki kağıda bir şeyler yazan çocuktu. Aslında insanları röntgenleyen bir yapım yoktu fakat çocuğu süzgeçten geçirirken sıka sıka suyunu çıkarttığıma emindim.

Çünkü saçları beyazdı.

Baya baya bembeyaz.

Sizi bilmem ama ben hayatımda saçları kahverengi yada siyahtan başka renkte olan erkek görmemiştim.

Çocuğun yanaklarından akan sessiz damlalar yazdığı kağıda damlıyordu. Neden ağladığını merak etmiyor değildim gerçi. Ama onun yanına gidip bunu soracak kadar cesur bir kişiliğim de yoktu.

Çocuk beyaz saçlarının gözlerinin önüne gelmesini umursamadan yazdığı yazını tamamladı ve siyah çantasını tek omuzuna alıp ayağa kalktı. Sabahtan beri bir şeyler karaladığı kağıdı, hiç beklemediğim bir haraketle parçalara ayırıp etrafa saçtı.

Onu izlerken bütün yorgunluğum birdenbire uçup gitmişti.

Beyaz saçlı çocuk etrafına yada onu benden başka izleyen kişilere bakmadan arkasını döndü ve ağır adımlarla yürümeye başladı. Yürürken hafifçe sarsıldığını fark etmiştim. Ağladığı için mi gittikçe yıkılıyordu bedeni? Yoksa sabahın köründe sarhoş olacak kadar efkarlıydı?

Çocuk gözden kaybolduğunda beklediğim otobüsü tamamen unutup karşıdan karşıya hızlı adımlarla geçtim. Çocuğun az önce yırtıp attığı kağıt parçalarını rüzgarla savrulmasına rağmen aptal gibi ortalıkta koşuşturarak topladım. Yanımdan geçenler kağıt parçalarının arkasından çıldırmış gibi koşmamı izleyip gülüyorlardı ama açıkcası şu an bu pek umurumda değildi.

Kaldırımın oraya oturduğumda ise nefes nefese kalmıştım; yine de avucuma topladığım parçaları kucağıma bırakıp birleştirmeye başladım.

Her ne kadar bazı parçaları kaybetmiş olsamda mektubun verdiği anlamı anlamıştım. Tam olarak şöyle yazıyordu üzerinde;

"Çiçek açmıyor mu baharda? Kuşlar uçmuyor mu, yağmur yağmıyor mu? Sanırım benim yaşadığım hayatın içinde sadece kış var. Çiçekleri solduracak ve kuşları öldürecek kadar soğuk, yağmur damlalarını donduracak kadar zalim bir kış bu. Kurtulamıyorum ama artık kurtulmayı istemekten de vazgeçtim. Tanrım eğer gerçekten beni duyuyorsan lütfen, bir mucize gerçekleştir. Bana ulaşman için sana numaramı bile bırakacağım bak. Bu çok salakça bir davranış ama artık beni duy Tanrı'm. Sadece beni duy lütfen. Bu kış canımı yakmaya başlıyor çünkü."

Okuduğum satırlarla olduğum yerde öylece kalakaldığımda kucağımdaki kağıtlar uçuşmaya başlamış, bineceğim otobüs çoktan karşımda durmuştu.

Oldum olası tesadüflere inanmazdım ama bu çok saçmaydı. O çocuk Tanrıdan yardım istemişti, benden değil. Eğer Tanrı isterse ona zaten yardım ederdi.

Kendi kendime bunu onaylayıp oturduğum kaldırımdan ayağa kalktım ve otobüs gitmeden karşıdan karşıya geçerek otobüse doğru ilerlemeye başladım. Sanarım Tanrı ona yardım edecekti. Çünkü Tanrı herkese yardım ederdi, o çok merhametliydi.

Otobüs kartımı çıkartarak otobüsün kısa merdivenlerini çıktığımda şöförle göz göze geldik; ve ben bir anlığına duraksamak zorunda kaldım.

Ya Tanrı ona yardım etmem için beni görevlendirmişse? Ya onun mektubunu okumak içimdeki meraktan değilde vazifem olduğu içinse?

"Kahretsin!" Aceleyle otobüsten fırlayarak karşıdan karşıya koşarak geçtim ve az önce kalktığım yerden dağılmış kağıtları tekrardan toplamaya başladım. Sanarım bir önceki hayatımda bir sürü kağıt yırtan sinir bozucu bir CEO'ydum. Ceremesini bu hayatımda çekmemin başka bir açıklaması yoktu çünkü.

Parçaları tekrardan birleştirdiğimde telefonumu cebimden çıkartıp numaranı tuşlamıştım. Şu an ne yaptığımı, neden yaptığımı sorgulayacak bir zihinde değildim. O yüzden aklıma ilk gelen şeyi direk uyguladım.

Maira: Kuşların uçması için, çiçeklerin açması için bahar gerekmez.

Maira: Mesela kardelen çiçeğini bilir misin? Üzerine kar yağsa bile yinede büyür ve çiçek açar. Serçeler kuş değil mi? Onlar kışta bile uçarlar. Kışta yağmur yerine kar yağar. O daha güzel değil mi? İkiside seni ıslatır sonuçta.

Maira: Eğer sen istersen kış bahardan bile güzel geçer.

Maira: İnan bana, eğer istersen mutlu olmak için bahara ihtiyacın kalmaz.

053**: Sen kimsin?

Maira: Ah, kendimi tanıtmayı unuttum. Üzgünüm evlat. 21. yüzyıl bir Tanrı'nın kafasını bile karıştıracak tuhaflıkta işte.

Maira: Ben, Tanrı

Maira: ve sesini duydum


.,

lacrimosaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin