[25] Hazan Çölleri

160 24 418
                                    

UMUT mekân değiştirmenin zamanının geldiği biliyordu ama çıkıp gitmek için hiç de aceleci davranmadı. Otelden ayrıldığında vakit ikindiye yakındı. Gideceği adres hafızasına yıllardır kazınmış iki katlı yaşlı bir betonarme evdi.

Ne hızlı ne de yavaş yürüyordu. Düşünüyordu ki eğer yavaş yürürse geçmişte kalır, bugününde yaşayamaz yarınına varamazdı. Hızlı yürürse de ipuçlarını kaçırabilir 'Hazan Çölleri'nde tamamen kaybolabilirdi. Bir de ruhunun tüm trafiğini kontrol eden Sevda vardı tabii; onu düşünmeden bir adım atmak mümkün değildi. Gel gör ki ona gitmek, yaşadığını yüzüne haykırmak, kaybedilen zamanları telafi etmeye çalışmak da cesaret gerektiriyordu hem de en delisinden. Bazen insan olmadığı gibi davranabiliyor, başka birisiymiş gibi rol alabiliyordu; Umut da gelgit akıllı ve şıpsevdi gönüllü olmamasına rağmen öyle davranıyordu.

Her ne kadar zihni bulanık da olsa ayakları gideceği yeri çok iyi bildiğinden kısa sürede ulaştı yeni meskeninin bulunduğu mahalleye. Beton merdivenleri usulca çıktı ve ahşap kapıyı mahcupçasına tıklattı. Kapıyı orta yaşlarında bir kadın açtı. Umut'un ruhu, kadını görünce uzun zamandır tatmadığı bir duyguyla kaplandı. Kadının ise yüzünde 'Hazan Çölleri'ndeki dikenlere inat güller açarken dilindeki düğümün biri çözülüverdi.

Kadın iki kısa koluyla Umut'u sardı, kokladı, doyamadı yine sarıldı ve sonunda alıp şöyle karşısına azarlar gibi baktı. Baktı ama sonrasında hemen tebessüm ediverdi. Tebessüm ettiyse de sırtını sertçe sıvazlamaktan da geri durmadı ve kapıyı ardına kadar açarak eve buyur etti.

Umut itiraz etmeyerek adım atınca eve kadının dilindeki bir düğüm daha çözüldü. Üçüncü düğümün çözülmesi ise çok yakındı; belki birazdan anahtarla açılan dış kapıdan giren adamın ağlamaklı gözlerine baktığında, belki sonrasında naifçe çalınan kapının ardındaki duru yüzlü kızın güneşi anımsatan gülüşünü gördüğünde, belki de şimdi Umut'un yanağına kondurduğu şefkatli öpücüğünün akabinde, kim bilir; ama kadının suskunluğu Umut burada oldukça nüksetmeyecekti.

SEVDA bin bir umutla çıktığı bu yolda yine kaybetmiş olarak yürüyordu. Aklı kendisine oyunlar oynamak için fırsat kollarken nefsi de tüm hileli kartlarını bu oyunda kullanıyordu. Bedeni yorgun, ruhu ise biçare haldeydi.

Sıcaklık azalınca soğuk tüm çıplaklığıyla karşısına dikilir insanın; Sevda'nın da heyecanı azalınca harareti düştü ve artık olayları doğru bir açıdan değerlendirmeye başladı: 'Hiç yoksa Hikmet Amca'dan Umut'un bir hastalığının olup olmadığını öğrenebilirdim.' dedi; ama sonrasında 'Öğrensem ne yapacağım ki? Nerede olduğunu bilmiyorum ki! Gerçi bulsam ne olacak? Beni tanımıyor ki!..' diye kendisiyle çelişe çelişe yürüyordu.

Hikmet Amca'ya tek nefeste Umut'un sözlüsü olduğunu söylemişti ama şimdi bunu da sorgulamaya başladı: 'Ne sözlüsü! Belki öyleydim ama artık neyiyim, o benim neyim, hiç bilmiyorum...'

Yokuşları inmiş dönemeçleri geçmiş, yolları bitire bitire sonunda hiç farkında olmaksızın sahile gelmişti. Zincir korkuluklara elini sürte sürte denize paralel kordonu hızlıca geçti. Bir martı tüm bu yürüyüş boyunca onunla beraber çığlık çığlığa rüzgâr sörfü yaptıysa da Sevda ona aldırış etmedi ve sahilden ayrılıp otobüs duraklarına doğru yürürken bile bir selamı çok gördü; oysa martı ona ne yapmıştı? Peki ya deniz, onun ne suçu vardı? Sen biraz gözlerinin yeşilinden verseydin ona, o da sana maviliğinden, n'olurdu sanki! Sevda kimseyi görmüyordu; ne denizi, ne martıyı ne de ardındaki gölge gibi kendisini takip edeni...

Birkaç dakika durakta bekledikten sonra kalkış saatinin gelmesiyle kapılarını açan otobüse bindi ve arka taraflara doğru ilerleyerek cam kenarına oturdu. İki dakika geçmedi ki otobüsün yarıdan fazlası dolmuştu ve peşindeki gölge de gelip yanı başındaki yolcu oluvermişti. Sevda ise o sıra hiçbir şeyden habersiz önündeki koltuğun arkasına yazılı şu şiiri okumaktaydı:

Hayat Oyunu (Tamamlandı)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin