[35] Aşknâme (Final)

239 26 440
                                    

UMUT şiir bittiğinde kalkmıştı yerden ve öylece çekip gitmişti mektubu telefon kutusunun üzerine bırakarak, ahizeden yükselen Sevda'nın haykırışlarını da duymayarak. Duysaydı, onu tanıyabilir miydi? Onun o olduğundan emin olabilir miydi? İnsan sevdiği kişinin doğru kişi olup olmadığını, ruh eşini bulup bulmadığını anlayabilir mi?.. Umut için cevap kesinlikle: hayır! Çünkü zihni bir labirentten farksızdı ve şu anda o labirentin birbirine benzeyen onlarca yolundan Sevda'ya giden o yegâne yolu bulmalıydı ve bu, kutunun içerisinden bir parçası eksik çıkmış puzzle'ı tamamlamak kadar imkânsızdı.

Umut eve döndüğünde gece yarısıydı. Yatağa yattığında yorulduğunu fark etmişti, ama bu adım adım şehri dolaşmaktan değil, Sevda'yı aramaktan kaynaklanan bir yorgunluktu, daha doğrusu onu bulamamaktan ve en acısı onu hatırlayamamaktan doğan bir yorgunluktu. Zihnindeki Düşünce Ağacı'nda, 'Belki de Sevda hiç var olmadı!' adlı bir meyve olgunlaşmaya başlamıştı ve yakın bir zamanda, ona kavuşamadığı her anın etkisiyle de kalbine düşmesi an meselesiydi. Gözlerini, ondan vazgeçtiğine tüm ruhunu inandırmış olarak uyanmayı dileyerek kapadı. Ve sonsuza dek sürecekmiş gibi derin bir uykuya daldı.

Ilık bir akşamüzeriydi. Henüz mavilikler uçup tamamen solmamışlardı. Güneş ile deniz arasında ince bir turuncu çizgi belli belirsizdi. Denizin hemen başucundaki uçurumun kenarında da siyah paltolu bir adam durmuş uzaklara bakıyordu ve rüzgâr öyle hafif esiyordu ki adamın ne paltosunun kalkık yakaları ne de saçları dalgalanıyordu.

Adam sürekli saatini kontrol ediyor ama asla sırtını denize dönüp de ardına bakmıyordu ve öyle bir noktada duruyordu ki en güvendiği insan gelip de şaka yollu ses çıkarsa, ayağı kayıp uçurumdan aşağı yuvarlanabilirdi ve bu yükseklik bir insanın ruhunu tamamen bedeninden ayırabilirdi.

Adamın her saatine bakışında, üstü yazılı kâğıttan bir beyaz gemi geçiyordu ufuktan, belki de her gemi geçişinde adam saatine bakıyordu, bilinmez... daha kaç gemi geçeceği ve adamın daha orada ne kadar duracağı da belirsizdi. Elbette ki kaderin saati ne gemiyi beklerdi ne başka herhangi bir şeyi... "Artık vakit geldi!" dediği vakit her şey son bulurdu. Anlayacağınız adamın süresi sınırlı, gemi sayısı kısıtlıydı, ama adam hiç acelesi yokmuş gibi durağan bir şekilde ufka bakmaya devam ediyordu.

Bir anda beklenmedik garip bir şey oldu. Gökyüzünden yağmur yağmaya başladı, ama bu öyle bilindik bir yağmur değil, sanki duru bir masumiyet içerisinde yıldız yağıyordu ve toprak şimdiden burcu burcu yasemin kokmaya başlamıştı.

Ve bir kadın sesi duyuldu uzaklardan "Umut!" diye. Adam da "Neredesin?" diye haykırdı ufka doğru. Kadının "Buradayım!" çığlığı duyuldu sonrasında.

Adam nihayet gözlerini ufuktan alabilmiş, sırtını denize dönebilmişti. Bir an için her yer bembeyaz oldu ve adamın gözleri kamaştı, hiçbir şey göremiyordu. Kadının tarafında ise karanlık hâkimdi. Sonra yavaş yavaş beyazlık azalmaya, karanlık aydınlanmaya başladı. O an adam kadını gördü, kadın da adamı ve koşmaya başladılar birbirlerine delice. Kavuşma anını, kimisi güneşin doğuşuna kimisi de batışına benzetti ve tüm şehir bir anda alaca kızıla boyandı.

SEVDA sabaha karşı uyandı. Uyanınca yere düşen telefonun gümbürtüsünden her şeyi anladı. Anlayınca ağladı. Ağlayınca kalbi ağrıdı ve sancı uzunca bir zaman sürdü. Gördüğü rüya aklından çıkmıyordu. "Bir ihtimal rüya gerçek olabilir mi?" diye düşünüyordu. "Acaba onunla gerçekten de kavuşabilir miyiz?"

Saatin onu geçmesine rağmen henüz kanepeden kalkmamıştı. Kalksa ne yapacaktı? Acısıyla tatlısıyla her türlü hatırayı öğüten zaman adlı lokomotifin boş vagonlarından birinde, son istasyona kadar böylece seyahat edebilseydi keşke! Nasıl olsa hayattan bir beklentisi yoktu, yeni hatıraları olsun istemiyordu, yeni hayaller kurmak da... çünkü insan ayna ile ancak yansıttığı kadarını paylaşabilir; sürekli kendinden vermek, eninde sonunda kişiyi tüketir ve kronik yalnızlık kaçınılmaz olur.

Hayat Oyunu (Tamamlandı)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin