Bölüm 30

4.6K 419 84
                                    

Alarik eğildiği yerden hiç kıpırdamayarak sessizliği dinliyordu. Zindanın havası çok ağır bir kan kokusuyla dolmuştu. Öyleki zemin bile kanın kurumuş rengini içine hapsetmişti. Gözlerini kıstı ve savaşçının nerede olabileceğini hesapladı. Zindanın planını hemen hemen biliyordu. Ve onları hapsedenin zihnini de tanıyordu.

İşin kötü tarafı bir inilti bile duymuyor olmasıydı. Yoksa işleri çoktan bitmiş miydi? Onların ölmüş olması onu ilgilendiren bir durum değildi açıkçası ama Ela'nın yeni bir ölüm haberini nasıl karşılayacağını az çok biliyordu. İçini çekti. Zaten bütün bu saçmalığa onun için katlanıyordu ya! Sonuçta kızın kederden delirmesi işine gelmezdi. Ona lazımdı.

"Yaşlı bunak sağ olsun."diye tısladı dişlerinin arasından. Hiç ses gelmediği için ilerlemeye karar vermişti. Taş zeminde ayakkabıları gıcırdıyordu. Duyulmamasını umdu içten içe.

İlerledikçe vahşetin resimlerini görüyordu her yerde. Önlerinden geçtiği hücrelerin içinde parçalanmış cesetler, kan gölüne dönmüş yerler ve duvara çivilenmiş bedenler görüyordu. Bir tanesinde yerde kanlar içinde duran sarışın bir kelle gördü. Vücudu ve kıyafetleri parçalara ayrılmıştı. Sanki büyük bir yaratık bedeni yemiş, kalan kemikli kısımları bırakmıştı. Galiba gerçekten de yenmiş diye düşündü tiksintiyle. Mornor'un yaratıklarını biliyordu.

Çürümüş cesetlerin kokusu o kadar ağırdı ki durmak zorunda kaldı. Kusmak üzereydi. Soğukkanlılığını koruması gerekiyordu. Ela'nın peşinden gelmemesi iyi olmuştu. Bu vahşete dayanamayacağını biliyordu. Gözlerini yumdu ve zihninde büyülü kelimeler belirdi. Bedeninde baştan ayağa serin bir mavilik belirmişti. Koku gitmiş, büyücü daha çabuk toparlanmıştı.

Hızlı adımlarla zindanın en karanlık köşesine ilerledi. Bir an önce bu cehennemden gitmeleri gerekiyordu. Yakalanmaları an meselesiydi. Köşeyi dönmüştü ki tahmin ettiği gibi en köşede bir karaltı gördü. Duvara zincirlenmişti. Kanlı bir çuval gibi yere serilmişti beden. Başını kaldırdı ve şah damarına dokundu. Çok az da olsa parmaklarının ucunda atan nabzı hissedebiliyordu.

Iolas'ın yüzü tamamen dağılmış, şişmiş kanlı bir et parçası olmuştu sanki. İki kaşı da patlamıştı ve akan kanlar kurumuştu. Patlak dudakları morarmış, iki gözü de kapanmıştı. Burnu ise kırılmış olmalıydı ki yamuk duruyordu. Çıplak göğsünde sayısız kesik vardı. Kolları, bilekleri çürükler içinde kalmıştı. Alarik sıkıntıyla elfin yüzünü kaldırdı. Sarı saçları bile kandan keçelenmişti.

"Fena dağılmışsın." diye mırıldandı. Onu bu halde nasıl götürebilirdi ki buradan? Peki ya diğerleri ne haldeydi?

"Büyücü."

Arkasından gelen fısıltı öyle zayıftı ki zar zor duymuştu kadının sesini. Zindanlardan birinden geliyordu ses. Dikkatli adımlarla oraya ilerledi. Genç bir kadın yüz üstü yerde yatıyordu. Üstündeki elbise lime lime olmuştu ve onun da hali Iolas'tan farksızdı. Genç kadını yerinden doğrultmak istese de yapamadı. Bir çuval gibi düşüyordu bedeni kollarının arasında. "Onu... kurtarmaya mı geldin?" diye fısıldadı kadın. Kandan kızıl renge boyanmış saçları sarı gibiydi ve yeşil gözlerine kan oturmuştu. "Elda... o mu gönderdi seni?"

Kuşkuyla kadını incelese de başını evet der gibi salladı. "Onu... kurtarmana..." öksürmeye başladı. Zorlukla nefes aldıktan sonra konuşmaya çalıştı.

"Ben... sana yardım... edebilirim. Parmağımdaki yüzük... al onu."

Yüzüğe baktığında kaşları havaya kalktı. İri bir pırlantaya benziyordu ama ondan çok daha fazlasıydı. İçinde titreşerek dans eden renkleri görebiliyordu. Gökkuşağının renkleriydi bunlar. "Bunu nerden buldun?" dedi hayranlıkla yüzüğü alırken.

ELDAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin