Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Güneş batmak üzereydi, havaya ise tatlı bir rüzgar hakimdi. Taşlarla dolu patika yolun üzerinde ne zamandır yürüyordum bilmiyordum ama bana günlerdir buradaymışım gibi geliyordu. Jimin ile gittiğimiz zaman bu kadar uzun gelmemişti yol ama şimdi yalnız olduğumdan sanırım, hem yorulmuş hem de bunalmıştım. Hava kararmadan önce askeri alana ulaşmak istiyordum çünkü Jimin bana bu yolların pek de tekin olmadığından bahsetmişti. Karanlık çöktüğünde burada tek başıma kalabilecek kadar cesur biri değildim.
Kim Jisoo'yu uzun bir süre boyunca tren garında ve civarında aramıştım, geçe kalmamın sebebi de buydu aslında. Normal şartlarda çoktan askeri alana ulaşmış olurdum. Kendime hala kızıyordum, ilk gördüğümde onu tanımış olsaydım belki de şu an bu yolu yalnız değil, onunla yürüyor olacaktım. Komutan Taehyung'da sonunda kız kardeşine kavuşmuş olacaktı ama olmamıştı işte, yaptığım aptallık yüzünden onu elimden kaçırmıştım.
Fakat aklımı kurcalayan ve görmezden gelemeyeceğim birkaç ayrıntı vardı ki, Jisoo birileri tarafından kaçırılmış gibi görünmüyordu. Yüzünü gizleyen şapka ve bedenini gizleyen uzun ceketiyle o daha çok, birilerinden saklanıyor gibiydi. Hem kaçırılmış olsaydı, yanında birinin olması gerekmez miydi? Tek başınaydı, rahatlıkla kaçabilir veya birinden yardım isteyebilirdi ama o bunu yapmamıştı. Anlam veremiyordum, mantıklı düşündüğüm zaman bazı taşlar yerine oturmuyordu.
Derin bir nefes alıp çitlerle örtülü alana kısa bir göz attım. Uzun süren yolculuğum sonunda bitmişti fakat asıl problem şimdi başlıyordu, içeri nasıl girecektim? İki asker solda, iki asker ise sağ girişin önünde nöbetteydi ve bildiğim kadarıyla başka bir girişte bulunmuyordu. Onlara fark ettirmeden içeri girmem ne yazık ki imkansızdı. Beş dakika kadar ağaçların arkasında, beni görmediklerine emin olduğum bir noktada dikildim ve içeri girebilmenin yollarını düşündüm. Yanlarına gidip, "Merhaba, ben birkaç gün önce askerden kaçtım ama şimdi geri döndüm." diyemezdim ya.
Her zaman önüme engel çıkmasından, işlerimin benim istediğimin tam tersi yönde ilerlemesinden çok sıkılmıştım. Tanrı benimle oynamayı seviyordu, birkaç gün önce ayrılmak için delirdiğim yere şimdi tekrardan girmek için çabalamamın başka bir açıklaması olamazdı çünkü. Dilim damağım kurumuştu, saatlerdir hiçbir şey yemeyip içmediğimden midem de tamamen boştu ve birazdan guruldamaya başlayacağına da emindim.
Başka bir yol aramak için gideceğim sırada, yaklaşmakta olan bir araba sesi kulaklarımı doldurdu. Dar yoldan gürültüyle geçen arabanın içindeki kişi beni fark etmesin diye hızlıca yere çökmüş, olduğum yere sinmiştim. Fazla büyük olmayan, solmuş kırmızı renkte bir kamyondu ve onu daha önce de görmüş olduğumu hatırlamam uzun sürmemişti. Kısa süren askerlik hayatım boyunca mutfakta fazla zaman geçirmiştim ve bir kez bu aracın erzak getirdiğini hatırlıyordum. Araç bir an da yanımda durduğunda, başımı hafifçe yukarı kaldırarak şöföre baktım. Arabanın içine bakınıyordu, bir şey arıyor gibi bir hali vardı ve Tanrıya şükür, beni fark etmemişti. Bakışlarım kamyonun kasasına takıldığında aklıma aniden gelen fikirle fazla düşünmemiş, neredeyse emekler bir pozisyonda kasaya doğru ilerlemiştim. Riskliydi, bunu biliyordum ama tek şansım buydu. O kamyon içeri girecekti ve beni de içeri sokacak tek anahtardı.