Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Burası, Tanrının benim için gönderdiği yeryüzündeki cehennemdi, bundan emindim. Minnie'yi aramayı bırakın, bir dakikalığına bile yalnız kalamamıştım ve şimdi de Jimin'in bana verdiği görevi yapmakla hükümlüydüm; soğan doğramak.
Jimin beni kısa bir an süzmüş, benim gibi sıska ve cılız bir çocuğun yapabileceği en iyi -daha doğrusu tek- işin yemek yapmak olacağını söyleyerek beni bir çadırın içine sürüklemişti. Şikayetçi değildim, en azımdan ağır bir işim yoktu fakat hala burada oldukça vakit kaybediyordum. Ne zaman Minnie'yi bulup bir an önce buradan gitmek istesem, Tanrı beni cezalandırmak istercesine buna engel oluyordu.
Hiçbir zaman, herkesin olmamı istediği o örnek kızlardan biri olmamıştım. Kadınların çalışmasının hala yanlış görüldüğü bu dönemde, ev hanımı olmak bana göre değildi. Ben sadece evinde oturup, yemek ve temizlik yapan kızlardan değil, çalışmayı tercih eden kızlardandım fakat şimdi, bir miktar da olsa bunun pişmanlığını yaşıyordum çünkü, bir soğan doğramayı bile doğru dürüst beceremiyordum. Sürekli soğan yüzünden yaşaran gözlerimi siliyor, acılar içinde doğramaya çalışmaya devam ediyordum. İşte tam bu anda, yemek yapmak konusunda bu kadar yetersiz olmam beni bir hayli üzmüştü.
Yan tarafımdaki masanın orada tıpkı benim gibi sebzeleri doğramakla meşgul olan askerlerin bana bakarak fısıldayarak konuştuklarını fark edemeyecek kadar aptal değildim fakat inanın, hakkımda ne konuştukları umrumda değildi. Muhtemelen gözlerimden boşalmaya devam eden yaşlarla dalga geçiyor veya benim gibi birinin burada ne işi olduğunu sorguluyorlardı. Gerçekten, umrumda değildi. Tek düşünebildiğim kardeşimdi ve bir an önce onu bulmak istiyordum fakat bu gidişle, bu oldukça zor görünüyordu.
Çadırın perdesinin açılmasıyla içeriye giren Jimin'e baktığımda, bakışları kısa bir an yüzümde takıldı ve birkaç adımda yanıma ulaştı. Kaşları şaşkınlıkla havalanırken, dudaklarını gülmemek için birbirine bastırdığını görebiliyordum.
"Sen... ağlıyor musun?" Zaten ortada olan durumun farkında olmasına rağmen soruyor olması gözlerimi devirmek istememe sebep oldu fakat kendime hakim oldum. Başımı sallarken mırıldandım.
"Evet, çünkü soğan doğruyorum?"
Benden böyle bir karşılık beklemiyor olduğunu anlamak pek de zor değildi. Kaşları çatılmış, iri dudakları hafifçe aralanmıştı. Gözleri usulca yüzümde dolaşırken sessizce konuştu.
"Bu saygısızlığını bir seferliğine görmezden geliyorum." Ah, bu çocuktan nefret ediyordum. Burada rütbesinin birçok kişiden yüksek olduğunun farkındaydım ama sonuç olarak, aynı çadırda uyuyorduk. Beni kendinden üstün görmesi tam bir saçmalıktı bana göre.
Cevap vermemeyi seçerek başımı tekrar doğranmak için beni bekleyen soğanlara çevirdiğimde, Jimin elimi tutarak beni durdurdu. Şaşkınlıkla bakışlarımı yüzüne çevirdiğimde, elini elektrik çarpmış gibi hızlıca çekerek benden uzaklaştı. "Zorlanıyorsan bırak, senin yerine başka birini ayarlarım."