Bomboştu ev. Gerçekten tek bir çöp bile bırakmadan gitmişti. Evimde bana ait olmayan tek bir şey bile yoktu. Jeju'dan getirdiği şapşal biblo bile yoktu. Odadaki kıyafetleri, kitaplığımdaki kitap defterleri, mini atölyesindeki malzemeleri, severek aldığı kahve kupası hiç biri yoktu. Ona ait olan tek şey o bordo kanepeydi.
Hayatımdaki en büyük hayal kırıklığım o spor arabayı takmama neden olan babamın olduğunu sanarken bu olanların yanında hiç gibi gelmişti. Boş atölyesinden çalışma odama geçip kendimi masama bıraktığımda gördüğüm kalemle kalbim tekledi. Bir şey kalmıştı ondan... Tek bir şey... Yarıya kadar inmiş çizim kalemi. Alamadım elime. Biliyordum ki kırıp atacaktım dokunduğum an. Korktum... O an içimdeki hayal kırıklığını ondan çıkarmaktan korktum.
Ertesi gün öyle yoğun bir nefretle doluydum ki çıkaracak yer arıyordum. Tüm gece uyumamış öylece o masada dokunamadığım kaleme bakıp durmuş hırsıma hırs katmıştım. Onu bulacaktım. Onu bulmalıydım! Buldum da...
"Jungkook?"
Onunla karşılaştığımda ne tepki vereceğimden emin değilken okuluna gelmiştim. Şaşkın ve korkak bakışlarına karşılık ne demeliydim? İçimdeki nefret boğazıma tıkanmış, tüm o söylemeyi düşündüğüm kelimeler uçup gitmişti...
Kolundan tuttuğumda kendisini çekip geri geri gitmeye başladı, az önce sayarak çıktığım merdivenlere doğru. İki adım... Bir adım... Boşluğa gelen adımını görünce tutup çektim. Sadece kelimeler değil aynı zamanda vücut dilim de beklediğimden farklıydı. Amacım onu görünce tutulup kalmak değildi! Ona yardım etmek de değildi ama o merdivenlerden düşeceğini düşünmek bile beynimdeki tüm hücreleri alarma geçirmişti.
"Jimin? İyi misin?"
Sesin geldiği yöne döndüm. İçerideki güvenlik çıkmıştı. Muhtemelen az önce düşmek üzere olduğunu görmüştü. Düşmemesi için tuttuğum kolunu bıraktım. Bu hareketimle kendini toplamış adama cevap vermişti.
"İyiyim teşekkürler." dedi.
"Peki siz?" dedi adam bana dönerek. Düşmeyeceğimi bildiğine göre neden burada olduğumu merak etmiş olmalıydı.
"Ben..."
"Bir sorun mu var Bay Hyun?" Tok sese dönüp baktık hepimiz.
"Oh! Profesör Kwan! Bir sorun yok. Jimin merdivenlere dikkat etmeyince düşme tehlikesi geçirdi. Neyse ki bu beyefendi buradaydı da kötü bir şey olmadı!" dedi güvenlik heyecanla.
"Daha dikkatli ol Jimin. Hem bu kadar geç saate kadar kalma. Artık havalar erken kararıyor."
İçimden adamın dediğine hakverip ardından önemsediğim için kendime kızmıştım. Geç ya da erken önemsememeliydim.
"Yağmur yağacak gibi. Benimle gel bırakırım seni."
"Yük olmak istemem." dedi zor duyulur bir sesle.
"Yük olacak olsan teklif etmem evlat." dedi babacan bir tavırla yaşlı adam. "Daha yeni iyileştin. Tekrar hasta olup bir hafta daha uzaklaşmak istemezsin değil mi?" dönüp baktığımda bir an için gözlerimiz buluştu. Çekivermişti hemencecik bakışlarını.
Hastaydı demek. Peki neredeydi bunca zaman?
"Peki." deyip gitti. Tek kelime edemeden arkasından baka kaldım olduğum yerde, nerede olduğunu düşünüp merak ettiğim için kendime kızarak.
"Siz beyefendi? Ne için buradaydınız?"
Tam adama ne diyeceğimi düşünürken çalan telefonum yardımıma yetişti. Arayan Taehyung'du.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
✔️Not a Slave But a Toy
FanfictionJimin, okul masraflarını karşılamak için haftanın dört günü şehirdeki en iyi restoranlardan birinde çalışıyordu. Hayatının daha yaşanılır olmasını istemek suç muydu? Hayır. O da böyle düşünerek zengin bir ailenin ve büyük bir holdingin varisi olan J...