Öncelikle herkese merhaba!
Multimedia: Ben varımm :) İlerleyen bölümlerde ki kendi yazıp bestelediğim bir parçayı seslendirdim. Yorumlarınızı bildirirseniz sevinirim. :)
6 ay önce başladığım BANA UZAK AŞK eski halinden sıyrılıp, yeni haliyle bütünleşmiş bulunmaktadır. BANA UZAK AŞK okurları için kalemimi en baştan titretmeye karar verdim. Beni en baştan yalnız bırakmayan tüm BANA UZAK AŞK okurlarına sonsuz teşekkür ediyorum. Yeni haliyle keyifli okumalar diliyorum... :)
Sabah saatlerinde güneşin en güzel tonu vuruyordu pencereme. Yüzüme değen kısmı ise yüzümü buruşturmama neden oluyordu. Yatağımda doğrularak, ellerim yumruk şeklinde gözlerimi ovaladım. Göz kapakçıklarımı açıp kapadıkça görme yetim yavaş yavaş netleşiyordu. Hafif bir karıncalanma ardından tam olarak görmeye başlamıştım. İçimden ''yeni bir sabah'' derin bir nefes alarak geçirdim. Sabah mahmurluğunu hemen üzerimden atamıyordum. Annemin mutfaktan gelen sesi biraz daha açılmama sebep olmuştu.
''Genç yaşımda oldum gelin, anneme babama hasretim''
Bu türküyü ne zaman duysam tüylerim diken diken olur, bir anda irkilirdim. Annemin hikayesinin türküsüydü. Genç yaşında tanımadığı bir adamla evlendirilmiş bir kız. Neyin, ne olduğunu bilmeden evlendirilmişti. Daha oyuncak bebekleriyle oynamazken kendi bebeği olmuştu. Hayata bir sıfır yenik başlamıştı kendince. Zamane şartları derdi, baba baskısı derdi. Ama zamanla alıştım da derdi. Yüreğinde iz bırakan bu yaraya alıştım demişti. Annemde isterdi bebekleriyle oynamayı. Fakat zaman... Onu, bebek sesine katlanamaz hale getirmişti. Televizyondan veya radyodan bir bebek sesi duysa oturur ağlardı. Pişmandı genç yaşta evlendiğine. Bu kaderin tek ortağı da annem değildi ki. Leyla Teyzem'in de kaderi aynı annem gibi yazılmıştı en baştan.
Düşünceler beynim sırayla akıp gidiyordu. Derin bir nefes daha aldım. Sonra yataktan kalkarak serili olan yorganımı katlayıp yatağımı toparladım. Dolaba doğru yöneldiğimde dolabımın kapağı akşamdan açık kalmıştı. Kapağı açmaya gerek kalmadan hızlıca kıyafetlerime göz gezdirdim. Geceliklerimi değiştirip başka bir şeyler giymem gerekiyordu.
''Nalan, Deniz ve Duygu hadi kalkın. Kahvaltıyı hazırlayın! Duygu bakkala git ve iki ekmek al. Kısa bir şeyler giyme sakın. Baban bacaklarını kırmasın.'' diye bağırmıştı aniden annem. Biraz ürkmüştüm ama sonra hemen geçivermişti. Hızlıca üstüme bir şeyler geçirdim. Ve odamdan çıktım.
Bu cümlelere küçükken fazla takılmıyordum ama yaşım büyüdükçe bir şeyleri daha iyi anlamaya başlamıştım. ''Kısa giyinme!'', ''Baban bacaklarını kırmasın!''. Büyüdükçe daha iyi anlıyordum bu cümlenin anlamlarını. Küçük yaşımda çok idrak edemesem yeni yeni acıtıyordu yüreğimi. Halbuki, en küçük kardeşimdi Duygu. Daha yaşı on iken bu baskıya maruz kalmıştı. Nedenini, niçinini çok kez sorgulamıştım içimde. Yüzlerce, binlerce kez...
O sıra annem alelacele Duygu'nun sarı parlak saçlarına bir şal örtme çabasındaydı. Duygu o küçücük beyaz tenli elleriyle saçlarını geriye attı. Gülümsüyordu benim melek kardeşim. Seviniyordu annem bana şal takıyor diye. Alelacele örtülmüş şal arasından bakan yeşil gözleri haberdar değildi. Sevgisizlikten, ilgisizlikten...
Annem kırk üç yaşında bir ev hanımıydı. Tesettürlü, giyimine özen gösteren ve daha çok ahlaki değerlerine sahip çıkan bir kadındı. Küçük yaşımızdan beri -kendimin farkında olduğum zamandan- bizi sokağa çıkarmaz, oyun oynatmazdı. Dışarısı ona göre güvenli değildi fakat bize de güvenmiyordu. Evde geçirilmiş bir çocukluk ne kadar sağlıklı olabilirdi ki? Giydiğimiz her kıyafete karışır, yazın sıcağında uzun kollu, uzun etek giydirirdi. Ki karşı çıkmak şu yana dursun eğer bir işini yapmasak, dediği olmasa bir de güzel döverdi. Samsunda sıkışıp kaldığımız bu evde gençken yaşlanan üç kız büyümüştük. Yarım ve eksik...
Babam da 50 yaşında, bir dernekte güvenlik görevlisi olarak çalışırdı. Her zaman sinirli, hiç konuşmayan bir yapıdaydı. Babamla konuştuğumu hiç hatırlamadım. ''Babam'' dediğimi de. En ufak hatamızın bedelini bir ton dayakla öderdik. Küçüklüğümden kalan bir yara olarak hatırlıyorum da ablam bakkalda çırak çocukla konuştuğu için annem eve gelinceye kadar söylenmiş, bağırmış evde de kıyameti koparmıştı. Kalın tabanlı, sert terliğiyle vuruyordu yetmezmiş gibi de saçlarını çekiyor, sürüyordu yerden yere. Nedeni ise sadece para üstünü aldıktan sonra ''teşekkür etmesiydi.'' Daha 13 yaşında ablam bunları yaşamaya maruz kalmıştı. Bir hevestir ki gittiği bakkal burnundan gelmişti.
''Kız Nalan orospu mu olacaksın başımıza? Elin erkeğiyle konuşup namusumuza laf mı getireceksin? Biri görse el aleme ne deriz?''
Bu sesler, tonlamasından vurgulanmasına kadar kulaklarıma işlenmişti. Ablamı döverken sarf ettiği bu sözler küçük yaşta aklımda kalmış, büyüdükçe de canımı yakmaya başlamıştı. Küçük yaşımda bunlara maruz kaldım ben ve kardeşlerim. Her bir dayakta birbirimizi bizden başka kimse korumamıştı. Ama nafileydi ya. Yine hepimiz bir fiske yerdik annemden ve babamdan.
13 yaşında bir çocuğun ''teşekkür etmesi'' namussuzluktu. ''Minnet duymak'' namussuzluktu. Alışmıştık biz susmaya da katlanmaya da. Ailemizdi işte. ''Sevgisiz'' büyümüştük. Bir namus meselesi başımızı aldı, gitmişti...