Kaç ay olmuştu? İki mi yoksa üç mü? Geçen günlerden de nasıl geçtiğinden de asla emin değildim. Savruluyor gibi bir savaşın ortasında bulduğum ilk dala tutunmaya çalışıyordum. Her ne kadar bu süre içinde içimde ki varlığı hissedememiş olsam da şimdi bu sabah aklımda ki binlerce sorunun yerini derin bir mide bulantısı almıştı ve ben lavabonun önünde sadece kendime gelmeye çalışıyordum.Karşımda duran aynaya doğru bakışlarımı kaldırdığımda gördüğüm tek şey yorgun bir kadındı. Bir asker ya da bir anne gibi kalıplardan uzakta bambaşka bir köşede kendi hayatı için çabalayan bir kadını görüyordum sadece.
Tekrar bastıran ani bir bulantıyla başımı lavaboya bir kez daha eğdim. Musluktan gelen soğuk suyu saç diplerime kadar bastırırken bir parça olsun serinlemeyi ve rahatlamayı umuyordum. Su yüzümden aşağı doğru süzülürken ve onu içimde hissetmeye çalışırken sıcak bir elin dokunuşunu omuzumda hissettim.
"İyi misin canım?" Hermes ne zamandır oradaydı bilmiyordum ama onun uyandığını ve yanımda olduğunu görmek yüzüme su çarpmaktan daha çok rahatlamıştı beni. Gözlerinde ki endişeyi söndürmek istercesine gülümsedim.
"İyiyim. Rutin şeyler olsa gerek, merak etme." Diyerek elime aldığım bir havluyla yüzümden süzülen suları silmeye başladım.
Odanın sağ köşesinde ki gün doğumuna bakan küçük balkona doğru ilerlemeye başladığımda Hermes'te yatağın başında duran sürahiden bir bardak suyu bana doldurarak peşimden geldi. Balkon sadece iki kişinin oturabileceği genişlikte olsa da manzarası, sakin bir yeşilliğe bakması ve şu an doğan güneş gerçekten paha biçilmezdi.
Bir asker için gün doğumu operasyonun başlangıcı demekti ama insanlar sadece bu görsel şölenin tadını çıkarıyorlardı bazen. Asker olunca elinizden alınan ilk şey güneşin varlığını üstünüzde hissetmenizin anlamlarının tamamen değişmesiydi. Gün yaşamak için doğmuyordu, gün artık ölmek için doğuyordu.
Yaklaşık 10 kilometrelik alan keskin nişancılarla 7/24 kontrol altında tutulurken bir nebze olsun balkonda huzurla oturabileceğimden emin sayılırdım. Bundan önce ki evin basılmasının ardından kontrol çapı genişletilmişti ve şu an büyük ve dağlık bir arazinin ortasındaydık.
"Su iyi gelir." Diyerek bana rahatlatıcı gülümsemesiyle yaklaşan Hermes'in elinden bardağı alıp kendisine bir öpücük bıraktım. Sadece iyi olmamı isteyen merhametli bir kalpten başka bir şey değildi.
"Düşünecek ne çok şey var değil mi?" dedim ince kahverengi sandalyenin üzerine kendimi bırakırken. Gözlerim gün ışığından biraz kamaşsa da bundan rahatsız değildim.
"İzin ver beraber düşünelim." Diyerek yavaşça elime uzandığında derin bir nefes alıp rahatlamaya devam ettim.
"Alessia'nın bizim tarafımıza geçmesi gerektiğini düşünüyorum." Dedim yavaşça konuşarak. Russell'ın her an her yerden çıkabilme ihtimali vardı. Bu nedenle sözcüklerim mevcut en düşük desibelde çıkmalıydı.
"Karşısında iki hain varken bu çok zor." Diyerek beni cevapladı. "Yani ben ve babam olduğunu iddia eden kişi." Diyerek hain tanımlamasını genişletmiş oldu.
Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım.
"Russell'a artık güvenemeyiz. En kısa zaman da babamı da görmem lazım. Neler bildiğini öğrenmeliyim. De Luca'nın bahsettiği Irak hakkında daha çok şey bilmeliyim." Kendimden ve peşine düştüğüm gerçeklerden emindim. Dahası şu an içinde olduğum şeylerin pek çoğunun yalan olduğundan emindim.
"Alessia Russell'ın gerçekte kim olduğunu biliyor. Eğer onu ikna edebilirsek bizim tarafımıza geçebilir. Sonuçta o senin annen." Diyerek düşüncelerimi aktarmaya devam ettim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SARUS- Kraliyetin Şifresi
AçãoHera. Bu adı kim veya neden ona vermişti bilmiyordu. Hatta bu ismi ona veren neyi oluyordu onu da bilmiyordu. Tek bildiği Zeus'u öldürdüğü. Fakat öldürmediğiydi. Sarus'a giden yolda adımlarken binlerce efsanenin içersin de sadece biri olduğunu...