Fransa hakkında yalnızca şunları biliyordum. Ne işe yaradıkları hakkında en ufak bir fikrim olmasa da Eyfel Kulesi ve Zafer Anıtı olarak bilinen Arc de Triomphe. Louvre adı verilen sanat müzesi piramit şeklinde olup Mona Lisa tablosu, kolları olmayan bir kadın heykeliyle birlikte bu müzede yer alıyordu. Her köşede kafe, bistro ya da bu tarz mekanlar. Sunulan yemekler lezzetli olmakla beraber, insanlar bol bol şarap ve sigara içiyorlardı. Bir diğer önemli şey ise kruvasan.Birkaç ay önce, babam beni yatılı bir okula kaydettirmişti. Yurt dışında yaşamanın iyi bir hayat tecrübesi olduğunu söylerken sesi telefondan cızırtılı şekilde yükseldi.
Eğer sinirden deliye dönmemiş olsaydım babama bunu istemediğimi belirtirdim. Babamın kararını bildirdiği andan itibaren ona bağırmayı, yalvarmayı, itiraz etmeyi ve ağlamayı denedim, ama hiçbir şey onu kararından döndürmedi.
Artık beni Jimin Park, Fransa vatandaşı olarak tanıtan yeni bir öğrenci vizem ve pasaportum vardı. Ve bavulumdan bile daha küçük olan bir odada, Paris'teki en yeni son sınıf öğrencisi olarak ailemle birlikte eşyalarımı yerleştiriyordum.
Konu, yapılan iyiliklerin farkında olmamam değildi. Yani demek istediğim şu ki, burası Paris. Işık Şehir! Dünya üzerindeki en romantik şehir! Ben bu duruma karşı savunmasızdım. Tüm bu uluslararası yatılı okul saçmalığı benden çok babamı ilgilendiren bir durumdu. Elinde avucunda olan her şeyi satıp kötü filmlere dönüştürülen uyduruk kitaplar yazmaya başladığından beri babm, Kore'deki önemli arkadaşlarına kendisinin ne kadar kültürlü ve zengin olduğunu kanıtlayıp onları etkilemeye çalışıyordu.
Babam kültürlü birisi değildi. Fakat zengindi. Bu durum her zaman böyle değildi. Annem ve babamın hala evli olduğu dönemlerde alt, orta sınıf bir aileydik. Boşanma dönemine gelindiğinde tüm bu tevazu hali ortadan kalktı ve babamın gelecek en iyi Güney Koreli yazar olma hayalinin yerini kitabı yayımlanan bir yazar olma isteği aldı. Böylece, halktan insanların aşık olması ve amansız bir hastalığa yakalanıp ölmesini anlatan, Busan'da geçen bu romanları yazmaya başladı.
Evet, aynen böyle oldu.
Bu durum benim canımı sıkarken kadınlar babamın kitaplarına inanılmaz bir ilgi gösteriyorlardı. Babamın kitaplarını, saç örgüsü şeklinde örülmüş kazaklarını, bembeyaz dişleriyle gülümseyişini ve bronz tenini çok seviyorlardı. Tüm bunlar babamı en çok satan yazarlardan biri ve tam bir ukala yaptı. İki kitabı filme uyarlandı, diğer üç kitabı da sırada. Babamın gerçekten para kazandığı yer işte burasıydı.
Ve bir şekilde, babamın kendisine fazla gelen bu paraları ve sözde ünü, onu benim Fransa'da yaşamam gerektiği düşüncesine yönlendirmişti. Bir yıl boyunca. Tek başıma. Beni neden Avustralya'ya, İrlanda'ya ya da ana dili İngilizce olan başka bir yere göndermediğini bir türlü anlamıyordum. Bildiğim tek Fransızca sözcük "evet" anlamına gelen "oui"'ydi. Fakat çok kısa bir zaman önce bu kelimenin söylendiği gibi "wee" şeklinde değil de "oui" şeklinde yazıldığını öğrendim.
En azından yeni okulumdaki insanlar İngilizce konuşuyorlardı. Burası, kendi çocuklarının yanlarında kalmasından hoşlanmayan gösteriş meraklısı Amerikalılar için kurulmuş bir okuldu. Gerçekten. Kim çocuklarını yatılı okula gönderirdi ki?
Tıpkı Hogwarts'a benziyordu. Tek farkı, benim okulumda yakışıklı büyücüler, sihirli şekerler ya da uçuş dersleri yoktu.
Bunun yerine, diğer doksan dokuz öğrenciyle birlikte o okulda tıkılıp kalacaktım. Kore'deki eski okulumda son sınıf öğrenci sayısı altı yüzken burada yirmi beşti. Yeni kayıt olduğum Fransızcaya Giriş dersini saymazsak Kore'de aldığım derslerin aynısını burada da alacaktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Love In Paris, Jikook
Fanfic180920 221120 Jimin çok sevdiği ülkesini eğitimi için terk etmek zorundadır. Paris'te Jeon ile tanışır ve işte her şey o zaman başlar. *Namgi #1 - kookmin