18

2.6K 260 163
                                        

"İşte! Planım bu."

Jeon bakışlarımı takip edip kocaman kubbeye baktı. Sıcaklıklar azaldığından beri Paris'te gökyüzünün aldığı morumsu gri renk onun parlayan sarılığını alıp götürmüştü, ama burası beni hala çok etkiliyordu.

"Pantheon mu?" diye sordu.

"Sen de biliyorsun ki üç aydır buradayım ama hala burayı görmedim." Birden, bu devasa anıta doğru giden yaya geçidine yöneldim.

Omuzlarım silkti. "Sadece bir anıt, işte."

Ona ters ters bakmak için yolun ortasında durunca beni birden ileriye itti, yoksa mavi bir turist otobüsü tarafından ezilecektim. "Demek sadece bir anıt. Peki, ben neden böyle düşünmüyorum?"

Jeon bana yandan bir bakış atıp gülümsedi. "Anıt, ünlü kişilerin ya da bir ulus için önemli kişilerin mezarlarının olduğu yer demek."

"Sadece bu kadar mı?" Biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Sanki birkaç kral burada tahta çıkmış gibi duruyordu. Tek kaşını kaldırdı.

"Yani demek istediğim, her yerde mezarlar ve anıtlar var. Burayı diğerlerinden farklı kılan nedir?" Merdivenleri çıktıkça yaklaştığımız sütunların uzunluğu ve büyüklüğü inanılmazdı. Bunlara hiç bu kadar yakından bakmamıştım.

"Bilmiyorum. Ama sanırım hiçbir şey. Ne de olsa ikinci sınıf bir anıt."

"İkinci sınıf mı? Şaka yapıyor olmalısın." Buna alınmıştım. Ben Pantheon'u beğeniyordum. Hayır, ben Pantheon'u SEVİYORDUM. "Burada kimlerin mezarı var?" diye sordum.

"Aa. Rousseau, Marie Curie, Louis Braille, Victor Hugo..."

"Notre-Dame 'ın Kamburu'nun yazarı mı?"

"Aynen öyle. Sonra Voltaire. Dumas. Zola."

"Vaaay! Gördün mü? Buranın etkileyici bir yer olmadığını söyleyemezsin," Bu kişilerin hepsinin neler yaptığını bilmesem de adlarını biliyordum. "Böyle bir şey söylemedim zaten." Cüzdanını çıkarıp giriş ücretimizi ödedi. Buraya gelmek benim fikrim olduğundan giriş ücretini ödemek için ısrar ettim ama izin vermedi.

Biletimi verirken "Şükran Günün kutlu olsun," dedi. "Hadi gel gidip şu ölülere bir bakalım," İçeride bizi akla hayale gelmeyecek kadar çok sayıda kubbe, sütun ve kemer karşıladı. Her şey kocaman ve yuvarlaktı. Duvarlarda azizlerin, savaşçıların ve meleklerin devasa freskleri vardı. Korkunç bir sessizlik içinde yürüyorduk, sonra Jeon, Paris'in koruyucu meleği olan Joan of Arc ya da St. Genevieve adında önemli birini işaret etti. Anlattığına göre, St. Genevieve şehri açlıktan kurtarmış. Bence o, gerçekten yaşamış bir kadındı ama bu konuda daha fazla soru sormaya utanmıştım. Jeon ile birlikteyken aslında ne kadar çok şeyi bilmediğimi fark ediyordum. Kubbenin tam ortasından aşağı doğru san bir küre sarkıyordu.

Kendimi tutamayıp sordum. "Bu ne?"

Jeon omuzlarını silkti ve bilgi alabileceği bir yer ararken şöyle bir etrafına bakındı.

"Şaşırdım. Senin her şeyi bildiğini sanıyordum."

Sonra "Foucault sarkacıymış. Aa, tabi ya." Hayranlıkla sarkacı izledi.

Bu bilgiyi aldığı tabelada Fransızca bir şeyler yazıyordu, bu yüzden açıklama yapması için onu bekledim. Ama o açıklama bir türlü gelmiyordu.

"Evet?" Jeon yerdeki ölçü dairelerini gösterdi. "Bu, dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünün bir göstergesi. Gördün mü? Sarkacın salınım düzlemi her saat dönüyor. Çok eğlenceli," dedi ve sarkacı izlemeye başladı. "Ama tezini ispatlaması için bu kadar büyük bir şeye gerek yoktu,"

Love In Paris, JikookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin