13

2.6K 273 132
                                        


“C/n place s ’il vous plaît,”
Bir yer, lütfen.

Bilet gişesine gelmeden önce telaffuzumu içimden iki kez tekrar ettim. Bilet satan kadın bana göz kırpmadı, sadece biletimi yırtıp bir kısmını bana verdi. Zarif bir şekilde alıp kekeleyerek teşekkür ettim. Sinema salonundaki yer gösterici biletimi kontrol etti. O da biletin bir kısmını belli belirsiz yırttı; bu iş için ona küçük bir bahşiş vermem gerektiğini geçen defa arkadaşlarımdan öğrenmiştim. Uğur getirmesi için çantamdaki Fransa bayrağına dokundum, ama buna ihtiyacım kalmamıştı. Bilet kontrol işlemi de kolayca geçip gitmişti.
Başardım! Başardım!

O kadar rahatlamıştım ki ayaklarımın her zaman oturduğum sıraya gittiğini çok sonra fark ettim. Salon neredeyse bomboştu. Benim yaşlarımdaki üç kız arkada oturuyor, yaşlı bir çift de önümde oturmuş şeker yiyorlardı. Bazı insanlar sinemaya yalnız gitmekten hoşlanmazdı, ama ben bu insanlardan değildim. Çünkü ışıklar söndüğü anda, film ile baş başa kalırdım.

Yaylı bir koltuğa oturdum ve fragmanlar dönmeye başladığı anda kendimi atmosfere kaptırdım. Fragmanların arasında bazen Fransızca reklamlar da dönüyordu, ben de ürün gösterilmeden önce reklamın neyle ilgili olduğunu tahmin etmeye çalışıyordum.

Sonra film başladı. James Stewart, onun iyi niyetini kötüye kullanabileceklerini düşünen adamlarla dolu Senato’ya gönderilen saf ve idealist bir adamı oynuyordu. Herkes onun başarısız olup oradan atılacağına inanıyordu, ama Stewart hepsine gününü gösterdi.

Karşılarında kendilerinden ve tahmin ettiklerinden daha güçlü bir adam vardı. Bu filmi sevmiştim. Namjoon’u düşündüm. Acaba babası nasıl bir senatördü? Filmde geçen konuşmaların çevirisi sarı bir altyazıyla gösteriliyordu. İlk espri gelene kadar, salon sessiz ve saygılıydı. Parislilerle birlikte güldük. İki saat göz açıp kapayıncaya kadar geçti; sonra kendimi, ertesi gün neyle karşılaşacağımı düşünürken bir sokak lambasının altında gözlerimi kırpıştırırken buldum.

* * *

“Bu akşam yine sinemaya mı gideceksin?” Sung kaçıncı sayfada kaldığımıza benim kitabımdan bakıp Fransızca kitabından aileyle ilgili bölümü açtı. Her zaman olduğu gibi, konuşma becerilerimizin gelişmesi için ikişer kişilik alıştırma gruplarına bölünmüştük.

“Evet. Tatil havasına girmek için.” Cadılar Bayramı bu haftaydı, ama burada herhangi bir hazırlık görmemiştim. Bu, Amerika veya Kore’ye özel bir kutlama olmalıydı.

“Orijinali mi yoksa yeniden çekileni mi?” Profesör Gillet masamızın yanından geçerken Sung hemen “Je te présentema famille. Jean-Pierre est... l ’oncle” diye ekledi.

“Ne?”

Profesör Gillet “Quoi,” diye düzeltti. Bizim yanımızda durup kalacağını tahmin ediyordum, ama o yürümeye devam etti.

“Orijinali, tabii ki.” Ama bu filmin daha sonra yeniden çekildiğini bilmesine şaşırmıştım. “Çok garip, senin korku filmi seveceğini asla düşünmezdim.”

“Neden?” İma ettiği şey hiç hoşuma gitmemişti. “İyi yapılmış herhangi bir filmden çok keyif alırım.”

“Evet de siz zarif çocukların çoğu böyle tarz filmlerden hemen korkarsınız.”

“Bu ne demek oluyor şimdi?” Sesim yükselince Profesör Gillet’in kafası hemen bizim olduğumuz yöne döndü. Kitapta gördüğüm ilk cümleyi “Marc est mon . . . frère,” diyerek söyledim hemen. ‘Marc, benim kardeşim’ demiştim. Ay! Özür dilerim, Jihyun,”

Sung burnunu ovuşturdu. “Bilirsin işte. Partnerlerden biri erkek arkadaşına korku filmine gidelim diye tutturur, böylece korkup bütün bir film boyunca erkek arkadaşına sarılabilir.”

Love In Paris, JikookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin