26

2.2K 255 87
                                    


Fransa’ya döndüğüm için içimin bu kadar huzur dolu olması beni üzmüştü. Uçak yolculuğu sessiz ve uzundu. Bu, tek başıma yaptığım ilk yolculuktu. Charles de Gaulle Havalimanı’na gelmeden önce Amerikan Okulu’na geri döneceğim için heyecanlanmıştım. Gerçi bu, metro hattını tek başıma kullanmam gerektiği anlamına geliyordu. Ama sanki artık eskisi kadar korkmuyordum bu durumdan.
Bu, doğru olamazdı. Değil mi?

Latin Mahallesi’ne trenle gitmek ise kolaydı. Yurda gider gitmez hemen kapımı açıp bavulumu boşalttım. Résident Lambert, evlerinden dönen öğrencilerin sesleriyle yavaş yavaş hareketlenmeye başlamıştı. Perdemin arkasından yolun karşısındaki restorana baktım. Opera şarkıcısı yoktu. Ama henüz öğle vaktiydi. Akşam kesinlikle burada olurdu. Düşüncesi bile beni güldürmeye yetmişti.

Jeon’u aradım. O, dün gece gelmişti. Hava mevsim normallerinin çok üzerindeydi, bu yüzden onlar da Namjoon ile birlikte bu güzel havanın tadım çıkarıyorlarmış. Pantheon’un merdivenlerinde olduklarını ve benim de onlara katılmam gerektiği söyledi. Tabii ki, ben de öyle yapacaktım.

Nedenini açıklayamıyordum ama yolda yürürken çok heyecanlanmıştım. Neden titriyordum ki? Yalnızca iki hafta olmuştu, ama ne acayip iki hafta! Jeon aramızdaki karmaşık durumdan en yakın arkadaşlığıma terfi etmişti. O da benimle ilgili aynı şeyleri düşünüyordu. Bunu ona sormama gerek yoktu çünkü ne hissettiğinden adım gibi emindim. Pantheon’a giden uzunca yoldaydım. Şehir çok güzel görünüyordu. Gösterişli St-Etienne-du-Mont Kilisesi görününce aklıma hemen Jeon’un annesinin öğle yemeği için burada piknik yapıp güvercinlerin resmini çizmesi geldi.

Jeon’u üniformaları giymiş hali ve yara bere içindeki dizleriyle buralarda koşarken hayal etmeye çalıştım ama yapamadım. Gözümü kapattığım anda aklıma ilk gelen şeyler: soğukkanlı, kendine güvenen, elleri cebinde ve havayla yürüyen genç bir adam. Kendini herkese hayran bırakan, herkesi etkilemeyi başaran özel çekim gücüne sahip biri.
Ocak güneşi çıkmış, yanaklarımı ısıtmıştı. Çanta olarak tanımlayabileceğim şeyleri taşıyan iki adam durmuş gökyüzüne bakıyordu. İnce topuklu ayakkabı giymiş şık bir kadın bu adamların ne yaptığına bakmak için merakla durdu, gülümseyip yanlarından geçtim. Başka bir köşeyi daha dönükten sonra göğsüm öyle bir acıyla sıkışmaya başladı ki zor nefes alıyordum.
Çünkü oradaydı.

Elindeki büyük kitaba yoğunlaşmış bir şekilde kamburunu çıkararak oturmuş ve ortamdan soyutlanmıştı. Çıkan bir rüzgar saçlarını hafifçe havalandırdı ve Jeon tırnaklarını yemeye başladı. Namjoon ise onun biraz uzağına oturmuş, önündeki eskiz defterine bir şeyler çiziyordu. Pek çok insan bu mevsimde nadiren bulunan güneş ışığından yararlanıyordu. Ama Jeon yüzünden hiçbirine odaklanamıyordum. Tam düşecekken kaldırımdaki kafenin masalarından birine tutundum. İçerideki insanlar merakla bana baktı ama hiçbirini umursamadım. Ayağım takılıp düşmüştüm ve nefes almakta zorlanıyordum.

Nasıl bu kadar aptal olabilmiştim? Kendimi ona aşık olmadığıma inandırmayı nasıl başarmıştım?
Jeon’u inceledim. Sol serçe parmağındaki tırnağı yiyordu, bu da okuduğu kitabın güzel olduğu anlamına geliyordu. Çünkü serçe parmak heyecanlı veya mutlu olduğunu, başparmak ise endişeli veya düşünceli olduğunu simgeliyordu. Bunların anlamını bu kadar iyi biliyor olmama şaşırdım.
Onun yaptıklarına bu kadar çok dikkat ediyor muydum? Aynı şapkaları takan kürk mantolu iki yaşlı kadın yanımdan geçti. Bir tanesi durup bana döndü. Fransızca bir soru sordu. Tam olarak ne dediğini anlamasam da benim iyi olup olmadığımı soruyordu sanırım. Başımı sallayıp teşekkür etim. Bana inanmamış gibi bir kez daha baktıktan sonra arkama dönüp yoluna devam etti.

Yürüyemiyordum. Yanlarına gidince ne söylemeliydim? Telefon konuşmalarıyla geçen on dört gün sonunda işte kanlı canlı karşımdaydı ve ben ona “merhaba” diyip diyemeyeceğimden bile emin değildim. Kafede yemek yiyenlerden biri yanıma gelip bana yardım etti. Ayağa kalktıktan sonra sendeleye sendeleye yolun karşısına geçtim. Dizlerimde derman yoktu. Onlara yaklaştıkça halsizliğim de artıyordu. Panthéon çok büyük ve merdivenler de çok uzak görünüyordu gözüme.
Jeon başını kaldırdı.

Love In Paris, JikookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin