31

2.4K 237 385
                                    

Bahar geldiğinde insanların neden Paris’i bu kadar sevdiğini artık anlıyordum. Yapraklar yeni yeni büyürken açık yeşil bir renk alıyor, kestane ağaçlarının dallan pembe filizlerde renkleniyor ve kaldırımlar limon sarısı rengindeki lalelerle doluyordu. Nereye baksam hep gülen Parislileri görüyordum. Artık kalın atkılar yerine daha ince şallar takıyorlardı.

Jardin du Luxembourg yani Lüksemburg Bahçesi bugün çok kalabalıktı ama bu, çok hoş bir kalabalıktı. Herkes çok mutluydu, çünkü bunlar, baharın ilk günleriydi. Aylardır güneş ışığına hasret kalmıştık. Ama ben başka bir nedenden dolayı çok mutluydum.

Bu sabah Jungkook’a bir telefon geldi. Annesi, bir Park Kihyun romanının ana karakteri olmayacaktı. Yapılan tetkikler sonucunda vücudunda herhangi bir kanser hücresine rastlanmamıştı. Yalnızca bundan sonra üç ayda bir rutin kontrollere gidecekti ama şu andan itibaren annesi artık gerçek anlamda ‘sağlıklı’ydı.

Bu haberi kutlamak için dışarı çıkmıştık. Oyuncak kayıklar satmasıyla ünlü bir sekizgen havuz olan Grand Bassin’e gitmeden önce Jungkook ile birlikte yayılarak oturduk. Tae caddenin karşısındaki kapalı sahada futbol oynuyordu, Namjoon ve Yoongi de onu izliyordu. Biz de bir süre izlemiştik. Tae harika oynuyordu ama bizim takıma ilgimiz çok kısa sürdü. Maçı on beş dakika boyunca izledikten sonra Jungkook kulağıma eğilip oradan çıkmamız için beni ikna etmeye çalıştı.

Aslında orada kalmak istiyordum ama onu kırmak istemediğim için teklifini kabul ettim. Fakat maçın sonunu izlemek için geri gelecektik.

Bu bahçeye ilk kez gelmem çok ilginçti çünkü burada böyle bir yer olduğunu gözden kaçırmıştım. Şimdiye kadar Jungkook bana bitki yetiştiriciliği okulunu, bir meyve bahçesini, bir kukla tiyatrosunu, bir atlıkarıncayı ve çimlerin üzerinde bowling oynayan adamların olduğu bahçeyi göstermişti. Paris’teki en iyi parkın burası olduğunu söyledi, ama bence burası dünyanın en güzel parkıydı. Keşke Jihyun’u da buraya getirebilseydim.

Küçük bir yelkenli arkamızdan geçip gitti, ben de mutlu bir şekilde iç geçirdim. “Jungkook?”

Bassin’in kayalarına yaslanmış yan yana yatıyorduk. Jungkook kıpırdandı. Gözlerimiz kapalıydı. “Hı?” dedi.

“Burası, bir futbol maçından çoook daha güzel.”

“Öyle mi gerçekten?”

“İkimiz de çok fenayız,” dedim.

Koluyla yavaşça bana vurdu ve sessizce gülüştük. Biraz zaman geçtikten sonra bana seslendiğini fark ettim.

“Ne?” İçim geçmiş olmalıydı.

“Saçında bir yelkenli var.”

“Ha?”

“Saçında yelkenli var’ dedim.”

Kafamı kaldırmaya çalıştım ama yapamadım. Dalga geçmiyordu.

Jihyun’un yaşlarında tedirgin bir çocuk hızlı bir şekilde Fransızca konuşarak yanımıza yaklaşıyordu. Yelkenliyi saçımdan çıkarmaya çalışırken Jungkook bana gülüyordu. Yelkenli yere düşünce saçım da havuzun içine girdi. Küçük çocuk bana bağırdı.

“Merhaba, yardım edeyim mi?” Kahkahaları kıkırdamaya dönen Jungkook’a kızgın bir bakış attım. Çocuk yanıma gelip saçıma dolanan yelkenliyi çekmeye çalışırken Jungkook ayağa kalkıp geldi.

“Ayy!”

Jungkook çocuğu tersleyince çocuk geri çekildi. Jungkook parmaklarını yavaşça saçlarıma dolayıp yelkenlinin parçalarını saçımdan çıkarmaya başladı. Sonra çocuğa yelkenliyi verdi ve bu sefer daha kibar bir şekilde çocuğa bir şeyler söyledi, muhtemelen onu yelkenlileri kenarda oturan insanlara  doğru sürmemesi gerektiği yönünde uyardı. Çocuk ise oyuncağını aldığı gibi koşmaya başladı.

Love In Paris, JikookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin