27

2.3K 258 91
                                        


Bu, fiziksel bir rahatsızlıktı. Yani, Jungkook’u çok sevmem.

Jungkook’u seviyordum.

Zekice ya da muzip bir şekilde bir şeyler söylediğim zaman kaşlarını kaldırmasını seviyordum. Odamın tavanındaki ayak seslerini dinlemeyi seviyordum. Adının keskin bir aksanla söylenmesi gerektiğini seviyordum ve onun da çok şirin bir aksanı vardı. Bunu da seviyordum.
Fizik derslerinde onun yanında oturmayı seviyordum. Laboratuvar derslerinde ona hafifçe dokunmak. Onun o okunaksız el yazısı. Ders bitiminde sırt çantasını ona uzatmayı seviyordum çünkü sonraki on dakika boyunca ellerime onun kokusu siniyordu. Irene beni kızdıracak bir şeyler söylediğinde onunla birlikte birbirimize bakıp gözlerimizi devirmemizi seviyordum. Çocuksu gülüşünü, kırışık tişörtlerini ve komik örgü şapkasını seviyordum. Kocaman kahverengi gözlerini, tırnaklarını yiyişini ve saçlarını uğruna ölebilecek kadar çok seviyordum.

Onunla ilgili sevmediğim tek şey, erkek arkadaşıydı.

Jin ile kaç kez denk gelip konuştuğumuzun bu konuyla hiçbir ilgisi yoktu, benim aklımdan atamadığım bir şey varsa o da bende bıraktığı ilk izlenimlerdi. O ilk karşılaştığımız gece. Sokak lambalarının altında. Parmakları onun saçındayken. Ne zaman yalnız kalsam aklıma hemen bu görüntü geliyordu. Biraz daha ileriye alıyordum. Onun göğsüne dokunuyordu. Biraz daha ileriye gidiyordum. Yatak odasında Jin’in kıyafetlerini çıkarıyor, dudakları birbirine kenetleniyor ve vücutları birleşiyordu; ah Tanrım mideme tekrar kramplar girmeye başladı.
Nasıl ayrılacaklarını hayal etmeye başladım. Jungkook’un ve Jin’in birbirlerini nasıl incittiklerini ve en sonunda da benim Jin’in canını nasıl yakacağımı. O Parisli gibi yaptığı saçlarını öyle bir şiddetle çekeyim ki bütün saçları elimde kalsın istiyordum. Tırnaklarımı gözlerine sokmak istiyordum. Ben pek de iyi biri değildim galiba.

Jin hakkında Jungkook ile çok nadiren konuşmuştuk, şimdi ise ondan bahsetmek yasaktı. Bu da bana işkence gibi geliyordu çünkü tatilden döndüğümüzden beri aralarında yine pek çok sorun oluşmuştu. Oturup takıntılı bir sapık gibi Jungkook’un benimle ve onunla geçirdiği geceleri sayıyordum ve ben kazanıyordum.
Peki, Jungkook neden hala ondan ayrılmıyordu? Neden, neden, neden?

Artık bu durum canımı öyle sıkıyordu ki en sonunda bunu biriyle konuşarak risk almaya karar verdim. Konuşmak için de Taehyung’u seçtim. Gördüğüm kadarıyla, o da bu durumdan en az benim kadar rahatsızdı. Şu anda onun odasındaydım ve Fransızca dersi için Hint domuzum hakkında bir yazı yazmama yardım ediyordu. Futbol şortu ve kaşmir bir kazak giymişti üzerine, bakınca çok aptalca görünmesine rağmen onda çok sevimli durmuştu. Mekik çekiyordu. Zevk için.

“Ama bu şimdiki zaman,” dedi. “Kaptan Jack’e şu anda havuç yedirmiyorsun ki.”

“Evet. Doğru.” Başka bir şey salladım ama aslında düşündüğüm şey fiiller değildi konuyu Jungkook’a nasıl getireceğimdi.

“Oku bakayım tekrar. Ama şu komik aksanını yaparak oku! Hani Jeon ile birlikte gittiğimiz yeni mekânda café crème sigaralarından isterken yaptığın gibi,”

Fransızca aksanımın kötü olması kasten yaptığım bir şey değildi ama konu istediğim yere gelmişti. Hemen “Şeey... Benim epey bir süredir merak ettiğim bir konu var aslında,” diye atladım. Sanki alnımda “BEN! JUNGKOOK’U! SEVİYORUM!” tarzında bir şeyler yazıyor gibi hissetsem de bu düşünceyi hemen bir kenara attım. “Neden Jin ile hala birlikteler? Yani demek istediğim, artık neredeyse hiç görüşmüyorlar. Öyle değil mi?”

Tae, mekiğin yarısında kalakalmıştı. Yakalanmıştım. Artık Jungkook’a aşık olduğumu öğrenmişti. Ama daha sonra onun da bu soruya cevap vermekte zorlandığını ve bu durumun onun canını da en az benimki kadar sıktığını fark ettim. Tuhaf ses tonumun farkına bile varmamıştı.

Love In Paris, JikookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin