6

3.1K 305 89
                                        


Okuldaki ilk bir haftam geçmiş, ben de dize kadar Kaliteli Uluslararası Eğitim olayına batmıştım.

Profesör Cole’nin müfredatı bilindik Shakespeare ve Steinbeck eserleriyle değil çeviri eserlerle doluydu. Her sabah, sanki mecburi bir derste sıkıcı sıkıcı ders işlemiyoruz da bir kitap kulübü toplantısındaymışız gibi Like Water for Chocolate kitabı hakkında tartışmalar yapıyorduk.

Yani, İngilizce dersi mükemmel geçiyordu. Ama Fransızca öğretmenimiz çok deneyimsizdi. Kitabımızın adı Fransızcaya Giriş olduğu halde derste yalnızca Fransızca konuşulması nasıl açıklanırdı ki? Aynı ders içinde defalarca beni kaldırması da cabasıydı. Tabii ki sorduğu soruların cevaplarını bilmiyordum. Sung ona Madam Giyotin diye hitap ediyordu. İşte bu da mükemmeldi.

Aslında bu dersi daha önce de almıştı, ama görünen o ki ilk yıl pek başarılı olamamıştı. Sung’ın saçları taranmamış, dudakları da asık olurdu; teninde ise bronzluk ve çillerin tuhaf bir karışımı vardı. Pek çok kız ona aşıktı. Tarih dersini de birlikte alıyorduk. Bu derste, üçüncü sınıflarla birlikteydim; dördüncü sınıflar siyasal bilgiler dersi alıyordu, ama ben bu dersi eski okulumda almıştım. Bu yüzden Sung ile Namjoon’un arasında oturuyordum.

Namjoon sınıf içinde sessiz ve çekingendi ama dışarıda mizah anlayışı Jeon’unkine çok benziyordu. Nasıl bu kadar iyi arkadaş olduklarını anlamak hiç de zor değildi. Namjoon’un Jeon’un doğuştan gelen bir karizmasının olduğunu, Jeon’un da Namjoon’un müthiş bir ressam olduğunu düşündüğünden birbirlerini idolleştirdiklerini söylüyordu Taehyung.

Namjoon’u fırça uçlu kalemi ya da eskiz defteri olmadan gördüğüm zamanlar çok nadirdi. Parmaklarında her zaman mürekkep lekeleri olurdu ve çizdiği şeyler harikaydı; kalın ve koyu çizgilerle minik detayların büyüleyici uyumu.

Ama yeni eğitim hayatımın en kayda değer yanı okulun dışında yaşanan bir şeydi. Parlak broşürlerde asla bahsi geçmeyen bir şeydi. Yani şu: Yatılı bir okulda okumak okulun içinde yaşamak gibiydi. Bundan gerçekten kurtulamıyordum. Kendi odamda olsam bile kulaklarım pop müzikle, çamaşır makineleri için çıkan kavgalarla ve merdiven boşluğunda sarhoş öğrencilerin dans sesleriyle patlayacak gibi oluyordu. Taehyung, okul yeni başladığı için bu kadar gürültü olduğunu, zaman geçtikçe bu seslerin azalacağını söyledi, ama bunun hemen gerçekleşmeyeceğini biliyordum.

Amaaaa.

Bugün cumaydı ve Résidence Lambert boşalmıştı. Sınıf arkadaşlarım barlarda eğlencenin dibine vuruyorlardı, bense ilk defa kendi kendime kalabilmiştim. Gözlerimi kapatsam sanki evdeymişim gibi hissedecektim. Operayı saymazsak. Caddenin karşısındaki restoranda çoğu gece Diva Opera şarkı söylüyordu. Bu kadar güçlü bir sesi olmasına rağmen ufak tefek bir kadındı. Ayrıca kaşlarını tamamen alıyor sonra da bir kalemle kendisi çiziyordu.

Mini yatağımda Rushmore filmini izlerken Sungwoon aradı.

Sungwoon “Jiminieee!” dedi. “Onlardan nefret ediyorum.”

Liderliği alamamıştı. Bu çok saçmaydı, çünkü herkes Sungwoon’un okuldaki en iyi baterist olduğunu biliyordu.

“Yalnızca biraz sabret,” dedim. “İleride sen büyük bir gösteri yaptıktan sonra da senin onlara özel ilgi gösterip kulise davet edeceğini düşündükleri anda onlara hiç bakmadan yanlarından havayla geçip gideceksin.”

Sesindeki yorgun gülümsemeyi duydum. “Neden tekrar buraya gelmiyorsun, tatlım?”

“Çünkü babam tam bir aptal.”

“Hem de en katışıksızından, dostum.”

Sohbetimiz gece üçe kadar devam etti, bu yüzden de öğlene kadar uyudum. Kafeterya kapanmadan önce yetişmek için aceleyle giyindim. Kafeterya, cumartesi ve pazar günleri yalnızca öğlene kadar açıktı. Oraya vardığımda kafeteryada bir sessizlik hakimdi ama Yoongi, Namjoon ve Jeon her zamanki masada oturuyorlardı.

Love In Paris, JikookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin