Temmuz
Neden umut besliyorduk? Farklı şeyler görmeyi umduğumuz kuyuya eğilip bakarken çıkıp bizi yakalayan, dibe çeken cesetler varken bile umudumuz oluyor muydu oradan çıkacağımız dair?
Umut. Tamamen kaybettiğimizi sansak da tohumlarını fark ettirmeden kalbimize bırakan, istesek de söküp atamadığımız duygu.
Umudunuzu kaybetmeyin lafı, herkesin dilindeydi. Hepsinin hayalleri vardı çünkü, onların gerçekleşeceğini ummak zorundalardı yoksa devam edemezlerdi.
Hayaller ve umutlar.
Roseanne Park'ın kaderi belliydi. Çok nitelikli bir birey olacaktı; voleybol oynayacak, gitar ve piyano çalıp şarkı söyleyecekti. Özel öğretmenlere para dökülecekti, çok başarılı bir öğrenci olacaktı. Dünyanın en iyi üniversitelerinde okuyacaktı ve sonunda ya bir cerrah olacaktı ya da annesinin CEO'luğunu devralacaktı. Ülkenin en zengin ve seçkin ailelerinden birinin kızıydı, tüm gözler üstündeydi. Şöhrete sahip olacaktı, ona ömür boyu yetecek mirasın yanında kendi de çok para kazanacaktı, herkesin dilince dolaşan kariyeri ve başarıları olacaktı.
Roseanne Park, çok güzel olacaktı. Küçük yaştan itibaren annesi güzellik salonlarına onu düzenli olarak götürecekti, öyle ışıltılı ve pahalı kıyafetler giyecekti ki herkesin ağzı açık kalacaktı. Sosyetenin gözde genç kızı olacaktı. Bütün erkekler onu arzulayacaktı, güzelliği herkesim dilinde olacaktı. Olmalıydı. Başka bir şansı yoktu.
Onun hayatı belliydi, hayal kurmak yasaktı. Hayali yoktu, umudu yoktu. Devam edemiyordu.
Bir nedene ihtiyacı vardı, yıllardır durduğu uçurumun kenarından onu çekecek bir şeye, bir hisse ya da birine ihtiyacı vardı.
"Ne düşünüyorsun?" Artık her sabah duyduğum boğuk ses, çoktan gülümsememe sebep olmuştu. Öyle bir raddeye gelmiştim ki yanında mayışıyor, bazen gözlerimi zor açık tutuyordum. Beraber yatmadığımız bir akşam uyuyabileceğimi sanmıyordum.
"Dalmışım öyle," diye mırıldandım ve kafamı göğsünden kaldırarak yüzüne baktım. Bütün gün böyle durup onu izlemek, istediğim tek şeydi. "Artık kalkmamız gerekiyor biliyorsun, değil mi?" Duvardaki saat, öğlenin çoktan geçtiğini gösteriyordu. Artık okul da olmadığından iyice alışmıştık geç uyanmaya.
Böyle diyordum fakat hiç de kalkmak istemiyordum. Çıplak göğsünden yayılan sıcaklık beni mayıştırıyordu, kalkmamız lazımdı fakat ben yine de onunla uyumak istiyordum. Üstelik bir eliyle saçlarımı, diğer eliyle de belimi okşuyordu. "Biliyorum," dedi ben onun kalp atışını dinlemeye devam ederken. "Ama uyumak istiyorum." Kalp atışları. Güm, güm, güm... Benim kalbim onun için atıyordu.
Güldüğümde o da hafifçe tebessüm ederek yüzüme baktı. Onunlayken gülmediğim, mutlu olmadığım tek bir an yoktu. "Saat öğleni geçiyor Jungkook, biraz daha tembellik yaparsak gitmekten vazgeçeceğiz," Kafamı göğsünden kaldırdım ve dudaklarına bir öpücük kondurduktan sonra doğruldum. Havalar tekrar ısınmaya başladığından cam açık uyumuştuk fakat çıplak tenime hafif bir rüzgar vurduğu an titredim, ayaklarımın dibinde duran tişörtü kavradım ve hemen üstüme geçirdim. "Hem senin şirkette işin yok mu?"
Bunu hatırlatmamdan sonra ofladı ama açıkçası şu an dikkatim daha çok beline kadar sıyrılan çarşaftaydı, bu da bütün kasları gözümün önünde demekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
close as strangers |rosékook
Fanfiction"Çünkü biz seninle yabancılar kadar yakındık." Yüzüyorsun. İnanılmaz iyi bir yüzücüsün. Elini attığın her konuda başarılısın. Ama merak ediyorum, bu yüzden mi yüzüyorsun? Belki de sen bu hayatta boğulurken suyun altında nefes alabiliyorsundur, oraya...