Bazı anlar oluyordu, bir zaman makinesine atlayıp tekrar tekrar yaşamak istiyorduk. O an yaşadıklarımızı özlüyorduk, hislerimiz bize bambaşka dünyaları tanıtıyordu. En mutlu olduğun an ne? sorusuna herkesin bir cevabı vardı. Üniversiteyi kazandığımı öğrendiğim an, ölümcül bir hastalığı yendiğim an, aşık olduğum kişinin bana aşık olduğunu söylediği an... Birçok insan karşınıza geçip bir sürü mutlu an sıralardı, sizi hiç mutlu etmeyecek şeyler belki de daha önce onların hayatlarına ışık olmuştu.
Ben, en çok ne zaman mutlu olmuştum? Daha doğrusu, en son ne zaman gerçekten mutlu olmuştum?
O zaman makinesine atlayıp nereye giderdim? Açtığım her kapıda kötü bir anım pusuda bekliyordu. Nereye gitsem, kendimi nereye ait hissetsem kovuluyordum. Ben hiçbir yere ait olamıyordum.
Eğer bir zaman makinem olsaydı, hiç düşünmeden on sekiz yıl geriye gidip annesinin karnında henüz yeni oluşmakta olan Park Roseanne Chae Young'u öldürürdüm. Hiç düşünmeden.
Dünyaya gelecekti, doğduğunda bile ağlamayan bir bebek olarak hiçbir zaman sevilmeyecekti. Dışlanacaktı, azarlanacaktı ve belirli kalıplara sokmaya çalışacaklardı onu. Mutluluk nedir uzun süre bilemeyecekti ve en kötüsü de, bulamadığı hayatını çok başka yerlerde arayacaktı.
Bu dünya, birçok kötülüğü içinde barındırıyordu ama bazen atmak istediğinde seçtiği kişiler hep en masumlar, en yaralılar oluyordu.
Ertesi sabah uyandığımda camdan içeriye buz gibi hava dolmuştu, kollarım ve bacaklarım uyuşmuştu artık. Perdeler uçuşuyor ve güneşin ışıkları gözümü alıyordu. Dün gece gelip Lucas'la konuştuktan sonra direkt üstümü bile değiştirmeden yatağa atlamıştım, üstümden tor geçmiş gibiydi çünkü ama uyumadan ona etrafı gezdireceğime dair söz vermiştim. Bu şehirle birbirimizden nefret ediyorduk ama belki o severdi. Nesini sevebilirdim ki? Her dam alışık olduğum güneşli havadan çoğu zaman eser olmuyordu, geceleri yıldızlar asla çıkmıyordu ve evdeymiş gibi hissetmiyordum.
Yataktan kalkıp camı kapattım ve banyoya gidip elimi yüzümü yıkadım, kitaplarda ya da filmlerde kızlar sabahları güzellik yarışmalarından fırlamış gibi oluyorlardı ama ben şu an gerçek bir ölü gibi görünüyordum. Göz altlarım mordu, saçlarım karmakarışıktı ve asık suratım da bana eşlik ediyordu.
Üstüme elime ilk gelen kıyafetleri geçirdiğimde Lucas'ı uyandırmamak için yavaşça aşağı indim, ona odamın karşısındaki misafir odasını vermiştim.
Başım ağrıyordu, artık ilaçlar da etki etmiyor gibi hissediyordum ve bu beni korkutmuyor değildi çünkü doktorun bana verdiği ağrı kesiciler ve sakinleştiriciler çok güçlüydü. İştahım yoktu, enerjim zaten hiç yoktu ve günden güne aklımdakilerle vücudumdakilerin birlik olduğunu hissediyordum. Aklımdaki be vücudumdaki iblisler.
Dolaptaki ceketimi de giydim, kahvaltı yapmak zaten ihtimal dahilinde bile değildi, tek bir lokma bile yiyebileceğimi zannetmiyordum. Zaten zayıftım ve zaman zaman bu yüzden dalga konusu oluyordum, birkaç kilo daha verirsem çocuk bölümünden falan giyinecektim.
Bay Jung geldiğinde "Günaydın." diyerek arka koltuğa bindim ve kulaklıklarımı kulağıma geçirdim. Belki notlarıma göz atabilirdim ama dün gece partilediğim yetmiyormuş gibi bir de her şey yolundaymışçasına Chase Atlantic dinliyordum.
Zaten gidecektim. Giderdim, değil mi? Ya bu şehirden ya da bu dünyadan.
Arabadan inip koşar adımlarla kapıdan içeri girdim; koridorlarda toplanmıştı herkes, sınava girecekleri sınıfları arıyorlardı. Listeye bakan Jimin'i gördüm, o da kafasını buraya çevirdiğinde beni gördü ve gülümseyerek el salladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
close as strangers |rosékook
Fanfiction"Çünkü biz seninle yabancılar kadar yakındık." Yüzüyorsun. İnanılmaz iyi bir yüzücüsün. Elini attığın her konuda başarılısın. Ama merak ediyorum, bu yüzden mi yüzüyorsun? Belki de sen bu hayatta boğulurken suyun altında nefes alabiliyorsundur, oraya...