Bilmediğim bir yerde, bir sahil kenarındaydım. Güneş batıyordu ve ben de kumlar üzerinde oturmuş, güneşin batışına bakıyordum. Gökyüzünde pembe ve turuncu arasında bir renk vardı. Üstelik hafif bir rüzgar tüm vücuduma değiyordu. Üzerimde, yazlık bir pantolon ve gömlek vardı. Ayaklarım çıplaktı.
Başımı eğerek ayaklarıma baktım. Parmaklarımı kumların arasına soktum. Bunun bana unuttuğum bir hissi verdiğini fark ettim: mutluluk. Mutluydum. Bir ses duydum ve başımı kaldırarak denize baktım. Ayşe, denizin içinde bir yerdeydi ve elini mümkün olduğunca kaldırarak bana el sallıyordu. Çocuk gibi eğleniyor oluşuna karşılık ben de gülümsedim ve ayağa kalktım ve ona el salladım. Ayağa kalkışımı gördüğünde, el sallamayı bırakıp beni çağırmaya başladı.
Başımı eğerek üzerime baktım. Yüzmek için uygun bir halde değildim, omuz silktim ve denize doğru ilerlemeye başladım.
Ardımdan başka bir ses ismimi seslendi: "Çağlayan"
Başımı çevirerek bana seslenen diğer kişiye baktım. Serra'ydı. Bana elini uzatmıştı. Saçları dağınıktı ve rüzgarda sallanıyor, arada yüzünü kapatıyor olsa da net olarak görebiliyordum: gülüyordu.
"Çağlayan" dedi tekrar ve elini kapatıp açtı. Beni çağırıyordu. Ayağım ıslandığında, başımı eğip baktım: ıslanmış kumların olduğu yerdeydim, deniz ayağıma değiyordu. Adım seslenmemesine rağmen ardıma dönüp denize baktım, Ayşe hala orada duruyor ve beni çağırıyordu.
"Çağlayan" diyen Serra'ya döndüm tekrardan. Güneş batmış olmalı ki hava kararmış ve rüzgar artmıştı. Serra'nın yüzü, saçları arasına daha çok kayboluyordu. Ve hemen sonra, sallanmaya başladım.
Sıçrayarak uyandım. Serra, başımda oturuyor ve kolumu sallıyordu. Gözlerimi açtığımı fark ettiğinde, tekrardan ismimi söyledi. "Kaç oldu sesleniyorum, yemeğe geç kalacağız" dedi. Bir şeyleri çözebilmek için kafamı toplamaya çalıştım. Yemeği, Serra'nın baş ucumda olması, odanın farklı olması... Kısa bir an sonra, İzmir'de olduğumuzu hatırladım ve tüm sorularımın cevabını da bulmuş oldum.
"Kalktım, hazırlan sen. Ben de on beş dakikaya hazır olurum" dediğimde başını salladı fakat yerinden kalkmadı.
"Nasıl bir şey giymem yerinde olur?" diye sorduğunda, başımı kaşıyarak gerindim.
"Fark etmez. Eşofmanla bile gelebilirsin" dediğimde, yok, dedi. "Sen ne giyeceksin?"
"Bilmiyorum. Valizin en üstünde ne varsa onu giyeceğim" dedim ve yerimde doğruldum. Yüzünü buruşturarak başını aşağı yukarı salladı. "Elbise mi giysem acaba?" dedi. Gülmemek için kendimi kasarak omuz silktim. Duyan da sevgilisinin ailesiyle yemek yiyecek falan sanacaktı. Herhangi bir şey giyebilirdi.
"Sen bilirsin. Kendi ailenle yemek yerken ne giyiyorsan onu giyebilirsin" dediğimde hevesi kaçmış gibi bir hüzün çöktü üstüne ve hemen ardından da yatağımdan indi ve ayaklarını sürüyerek odadan çıktı. Kendime mi kızsam, ona mı kızsam bilemediğim kısa bir yatakta öylece oturdum ama geç kalırsam yengemin ömrüme çökebilme ihtimaline karşılık yataktan kalktım ve işlerimi hallettim. On beş dakika sonra, salonda, televizyonun önündeki üçlü koltuğa oturdum ve oradan Serra'ya seslendim.
Bana bir cevap vermediğinde, televizyondaki saçma sapan programları hızlıca geçmeye başladım. Buralarda bir sinema kanalı olması gerekiyordu. Ben sinema kanalını bulamadan, Serra merdivenlerde göründü. Üzerinde yüksel bel bir kot pantolon ve pembe bir tişört vardı. Çok abartı değildi ama özenilmiş olduğu da belliydi. En azından Serra'yı tanıyan ben için.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Artık Hikaye: "Her Şey Hala Biraz Sen"
RomanceHikayesinin çoktan yazılıp bittiği konusunda emin olan Çağlayan, hayatını ruhsuz bir adam olarak yaşayıp bitirmek konusunda kesin kararlara sahiptir. Belki otuzlu yaşlarının başındadır fakat içindeki adam çoktan altmış yaşını geçmiştir. Her Şey Çok...