on dokuzuncu bölüm: onlar yaşıyor.

532 46 40
                                    

günümüz.

Babamla olan telefon konuşmasının üzerinden yarım saat geçmişti. Artık evdeydim ve Kerim de yanımdaydı. Nefes alamıyordum; göğsümde derin bir sancı ve kederli bir sıkışma hissediyordum. Salondaki, üçlü koltukta yüzüstü yatmış ve minderlerden birini yüzüme bastırmış, sessizce ağlamaya devam ediyordum. Çantamı bir yana, montumu bir yana savurmuştum eve girdiğim gibi. Kerim de tekli koltukların birinde oturmuş -sanki buna zorundaymış gibi- başımı bekliyordu. Ona gitmesi gerektiğini, başımın çaresine bakabileceğimi söylemiştim lakin yanımda kalmak konusunda oldukça ısrarcıydı.

Otomatik oda kokusu cihazı on dakikada bir kendi kendine sıkıyor ve etrafa serin bir, orman esintisi adı verilen bir koku yayıyordu. Fakat sessiz odayı bir çığlık gibi sarsan cihazın her koku sıkışında iç karartan "pıs" sesine öyle derin bir nefret beslemiştim ki cihazı kalkıp kırasım vardı. Sakinleşmeye çalışıyordum, ablama hiçbir şey olmayacağını düşünüyordum... Olmuyordu. Ne sakinleşebiliyor ne de iyiye odaklanabiliyordum. Pesimist yapımın kirli eseriydi işte olduğum konum!

Dışarıda yağan yağmur yine hızlanmıştı, arada sırada şimşek çakıyor bulunduğumuz oda lacivert bir ışıkla kaplanıyordu. Yağmur damlaları, pencereleri döverken, rüzgâr estikçe içerideki camlardan ıslık yahut uğultuya benzer bir ses duyuluyordu. Yağmurdan oldum olası hiç hoşlanmadığımı biliyordum. Özellikle hızlı esen rüzgârdan kaynaklanan şu uğultu sesinden.

"Sana su getireyim," dedi Kerim ve ayağa kalkmak için davrandığını, yerdeki parkelerin gıcırtısından anladım.

"Gerek yok," dedim, yüzümü minderden kaldırıp sırtımı ona dönerken. "Ablama bir şey olursa ne yaparım ben?"

Parkenin gıcırtısı durdu. Fakat uğultu ve yağmur sesi hâlâ duyuluyor, loş ışığın altında ezilen odayı mavi tonlarında renkler kaplıyordu. "İyi olacağına eminim, benimle konuşabilirsin, Efe. Bana, ne kadar acın varsa kusabilirsin. Rahatlatıcı olur." dedi, odada fazla ses kalabalığı yapmamaya çalıştığı için, benim duyabileceğim bir ses tonuyla söylemişti bu cümleyi.

"Ne anlatabilirim ki? Ucu yok, sonu yok..." Yerimde doğruldum ve ardından minderi koltuğun başlığına yaslayıp yerimde toparlandım. Dizlerimi karnıma kadar -bu hareketi sürekli yaptığımı biliyorum ama her zaman kurtarıcı meleğim olmuştu bu pozisyon- çektim ve sırtımı, belime yerleştirdiğim mindere dayadım. "Bir şeyler yaşamışım, yaşadın deyip o tarafa, bu tarafa savurmuşlar sanki... Ucu yok," Burnumu çektim ve kollarımı bacaklarıma doladım. "Sonu yok... Tek bildiğim, ben küçükken ablam intihar etmeye çalışmış, neden olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim ama olmuş işte. Sonra da hastaneye kaldırılmış. Çıkıp eve geldiğinde, iyileştiği söylenmiş ama iyileşmediği her halinden belliymiş... Ve ben bunların hepsini annem telefonda biriyle konuşurken öğrendim... Sonra büyüyoruz, geçen yıl oluyor... Ve ablam ilk defa ölüme bu kadar yaklaşıyor... Bir ay komada kaldı, bir ayın sonunda uyandı ama o kişi artık ablam değildi. Eve geldiğinde; bakışları, gülüşleri, mor göz altları, yolunmuş saçları... Hepsi öyle boştu ki... Etrafa bakıyor, gülmeye başlıyor... Gülüşünün sonunu bir yakarış, bir ağlama kovalıyor... Onunla konuşmaya çalışıyorum, küfür etmişim gibi algılıyor..."

Kafamı, sol tarafımdaki pencereye çevirdim. Gecenin karanlığını şimşekler aydınlatıyor, gök mora çalıyordu... Şehrin ışıkları ay gibi, pasparlaktı.

"Ve sonra... O ölüm denemesi de gerçekleşmediği için, tekrar denemeye karar vermiş. Üç ay önce. Banyodaki küvette."

Gözlerimden yaşlar boşalmaya devam ederken dudaklarımla oyalanmaktan gayri bir şey yapamıyordum.

ballı süt | bxb.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin