2014
"Şuradaki büyük, parlak olanın adı da Çoban Yıldızı işte, gördün mü?" dediğinde, ben göğe değil onun gözlerinin içine bakıyordum. Göğün üzerine serpiştirilmiş yıldızlar sanki onun, akşamın karanlığı yüzünden koyulaşmış mavi renkli gözlerinin içine gölge düşürüyordu. Gözlerinin içine düşmüş yıldızların gölgesinde de ben soluklanıyordum ve bu hissi her nasıl oluyorsa, sevmiştim. İşaret parmağı, Çoban Yıldızı'nı bana göstermek için yukarı doğru uzanık; dudaklarının kenarı kulaklarını bulmak ister gibi iyicene gerinmiş ve gözlerini kırpmadan bakıyordu yıldıza.
Yerde öylece yan yana uzanıyorduk. Ben ona bakıyordum, o göğe bakıyordu...
"Gördüm, Batu," diye mırıldandım, hatta fısıldamış bile olabilirdim, emin değilim.
Heyecanı uzun sürmedi, ne yazık ki...
İşaret parmağı usulca aşağı inerken gözlerinin içindeki ışık soldu. Kafasının altındaki hırka, kafasını asfaltın deriye batan sivri küçük taşlarından koruyordu ve bir yastık niyetiyle oradaydı. Lakin kendini öyle bir bıraktı ki, bir an için onun uyuduğunu düşündüm. Gözleri, irisi gözükmeyecek şekilde kısıldı. Kaşları yukarı kalktı, dudağının kenarı eski yerini aldı, ellerini göğsünün üzerinde çaresizce bağladı ve az önce ileriye doğru uzanık duran ayağını biraz olsun kendine doğru çekti ve doksan derece açıyla kapandı bacakları.
"Biliyor musun, süt, birkaç aya kalmaz taşınacağız... Babamın tayini çıktı."
Anlamamıştım.
Gözleri, gözlerime çarptığında; anlayıp anlamadığımı gözlerimden okudu.
"Farklı bir şehre gideceğiz yani, süt... Bu, demek oluyor ki bir daha hiç görüşemeyeceğiz."
"Nasıl?" diye sordum fakat hâlâ anlamıyordum. Bakışları göz kafesimden kaçıp, eski yerini aldı.
"Görüşemeyeceğiz işte, üzüldün mü?"
Kafamı aşağı yukarı salladım ama başımı görüyor muydu, görmüyor muydu emin değildim. Sadece görmesini istemiştim. Üzüldüğümü...
Derin bir nefes çekti içine, sanki bağrının içine bu şehirden biraz nefes çalmak ve buradan ayrıldıktan sonra gittiği yerde o nefesi tüketmek istiyor gibi bir hâli vardı. Ay, bugün hilal şeklindeydi. Gök, yıldızlarla doluydu. Yaz akşamı olduğu için dışarısı boğucu bir sıcağın hakimiyeti altında olsa da çekilmeye değerdi.
"Nereye gideceksin, bal, çok mu uzağa?" diye sordum.
"Çok uzağa... Buradan, bilmem kaç saat uzağa... Babam arabasını satacakmış bir aya. Uçakla gidecekmişiz, gökyüzüne çok yakın olacağım anlayacağın."
"Korkmayacak mısın?"
"Neyden?"
Bensiz kalmaktan... "Düşmekten?"
Buruk bir kahkaha çıktı ağzından fakat hiç olmadığı kadar da çabuk söndü. "Düşmeyeceğim elbette, şaşkın... Çok güzel bir yolculuk olacak kesin. Böyle yıldızların arasında koşmaya falan benzeyecek."
"Nereye gideceksiniz? Adı yok mu bu şehrin?"
"Adını bilmiyorum çünkü yabancı bir ülke... Bizim dilimize hiç ait değil."
"Nasıl?"
"Çok uzağa gidiyoruz, biz... Türkiye'den de uzağa..."
"Ama?" Olayın ciddiyetini ve ağırlığını o an kavramıştım işte. Doğruldum ve ellerimi sertçe sivri taşların bulunduğu asfaltın üzerine bastırdım. Asfaltlı arka bahçeleri olanlar bileceklerdir ki, bu taşlar gerçekten ele battığında can yakıyor ve hatta küçük bir parçası bir arkadaşımın parmağının içine kaçmış ve doktorlar çıkarmak durumunda kalmıştı. Doğru söylüyorum. Ellerim acıya direnmek ister gibi daha da sert gömülüyordu zemine. Gözlerim acıyı hissettikçe, içine sıcak yaşlar doluyor ve önümdeki çocuğun tatlı siması bulanıklaşıyordu. "Buradan gidersen... Buradan gidersen ne yapacağım ben, bal?"
Göğsü aşağı yukarı inip kalkıyorken, yüzündeki tepkisizliği gözlemledim ve başımı yere eğdim. Gözüme dolan yaşlardan biri yere doğru damladığında gözlerimi yumdum.
"Annemle geçen gün bir film izledik," diye anlatmaya başladı, fısıldayarak. "İki arkadaşın yolları, aynı bizimki gibi ayrılıyor ve çok uzak şehirlere gitmek zorunda kalıyorlardı. Ama oğlan, kıza şöyle söylüyordu: 'Her ne olursa olsun, her nerede olursak olalım bir gün birbirimizi bulacağımıza yemin ediyor musun?'
Ve sonra ne oluyordu biliyor musun? Filmin sonunda; kız, oğlana bir mektup yazıyor ve buradayım diyordu. Oğlan kimden geldiğini tahmin dahi edemiyordu. Zamanla unutmuştu onu. Ama her nasıl oluyorsa, aklına düşüyordu kim olduğu ve buluşuyorlardı... Ama ikisinde de eski hisler hâlâ yerinde değildi. Bir kahve içiyorlar ve yolları ayrılıyordu. Hayatlarımıza çok başka insanlar girecek, çok başka insanlar tanıyacakmışız, süt... Bir başka arkadaşımız olacak, bir başka birine süt ve bal diye hitap edeceğiz..."
Başımı yerden hiddetle kaldırdıktan sonra sözünü bir hırıltıyla kestim. "Hayır! Kimse bana süt demeyecek, kimse de sana bal... Tamam mı? Söz ver!"
Umursamadan konuşmasına devam etti: "...en azından annem böyle söyledi..."
Bana bakmıyordu. Beni görmüyordu.
"Söz ver, söz istiyorum!" diye inledim.
Doğruldu. Hırkasını yerden alıp biraz silkeledikten sonra sırtına geçirdi ve ayağa kalktı. Birkaç adım attı ama apartmanımızın otoparkından çıkmadı. "Kimse bana, bal diye hitap etmeyecek zaten, buna izin vermem, aptal mıyım ben? Ama biri sana, süt, diyebilir, Efe... Buradan ayrılmamıza iki ay var ama ben sana şimdiden söz veriyorum, büyüdüğümde seni bulacağım."
Ayağa kalkıp, üstümü ve taşların derime yapıştığını bildiğim elimi bile silkelemeden ona koştum ve boynuna sımsıkı sarıldım. Hüngür hüngür ağlarken onun yüz ifadesini göremiyordum. Yalnız sıcak elinin sırtımı yaktığını işitir gibi olmuştum...
.
bal'lı süt.
yolları ayrılan her iki insandan birine...
kumru olup gökte süzülmek isteyenlere,
daha önce öpüşmeyenlere,
bir bardak kahvenin hazzını günün yorucu monotonluğundan sonra alanlara ve sevmek isteyenlere ithaf edilmiştir...
ha bir de, çocukluğundan beri en yakın arkadaş kalanlara tabii. bir de hiç arkadaşı olmayanlara...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ballı süt | bxb.
Fiksi Remaja"buradayım," iki çocukluk arkadaşı. efe ve batu. aralarına giren şehirler, ülkeler, koca bir gökyüzü ve silik hatıralar... hatıraların her detayını ezbere bilen batu bal, hatıralarını kayıplara karıştırmış efe süt... dev bir vicdan azabını bağrında...