"Anladım, Sultanım. Beni hünkârımıza lâyık gördüğünüz için size müteşekkirim. Size ve hünkârımıza mutlak sadakatle bağlı olacağıma yemin ederim." Yere çöktü Şevkefza. Şah-ı Huban Sultan'ın hem elini hem de eteğini öptü ve doğruldu. Valide Sultan da kendisini beğenmiş, halvete gitmesine müsaade vermişti. Gül Ağa ile birlikte has odaya doğru ilerlerken bu haber elbette tez vakitte ulaşmıştı, Efruze Haseki'ye.
"Demek Şah Sultan, hareme de karışır oldu. Buna bir dur demek icab eder. Bir hareme üç Haseki dâhi fazlayken, dördüncüsünü zinhâr kabul edemem." Gülçiçek Kalfa merakla yanına oturdu sultanının. "Ne yapacaksınız Sultanım?" Oturuşunu dikleştirdi güzel Haseki. Geçen hafta kutusuna koyduğu mektubu aldı parmaklarının arasına. "Sen evlatlarımın yanında kal."
Efruze Sultan, haremde adımlarken, Mahpeyker ve Meleksima Sultanlar uyuyorlardı. İkisi de yeni cariyeden haberdar değildi.
Yalnızca meşalelerle aydınlanan soğuk koridorlardan geçti Efruze. Kalbinde yanan aşk ateşi dinmiyordu. Bu uğurda can vermeye ve almaya dünden razıydı. Hünkârını bir daha paylaşmak onun için ölüm demekti.
Şah Sultan'ın kapısının önüne geldiğinde kalp atışları hızlanmıştı. On ay önce basit bir cariye iken, şimdi koskoca Hanım Sultan karşısında durabilecek cesareti vardı. Büyük ahşap kapı; birazdan olacakların habercisi gibi gürültüyle açıldı.
"Hayrola Efruze? Nasıl desdursuz girersin daireme? Ne işin var gecenin bir vakti?" Hızlı adımlarla yürüdü Efruze. Görümcesinin tam önünde durdu. Gözleri birbirlerine kitlendiklerinde; Efruze Haseki konuşmaya başladı. "Bağışlayın Sultanım, lâkin saraydan gideceğinizi haber vermek için geldim." Şah-ı Huban ne demek istediğini anlayamamıştı. "Ne geveliyorsun Hatun? Ne gitmesi?" Umursamaz bir edayla makamına oturdu Şah Sultan. Efruze ise hiç istifini bozmamıştı.
"Bana hakaret ettiniz, saygıda kusur etmedim. Her seferinde bana bir kul ve köle olduğumu hatırlattınız lâkin yeter. Has odaya hatun göndermekle büyük bir hata yaptınız Sultanım. Sizinle bir anlaşma yapmaya geldim." Şah Sultan'ın sinirden çenesi kasılmıştı. Neler olduğunu anlayamıyordu fakat buna tahammül edecek sabrı yoktu.
"Ne anlaşmasından bahsediyorsun sen? Hem sen beni tehdit mi ediyorsun? Has odaya kimin gireceğine sen mi karar vereceksin hatun!" Efruze, elbisesinin tüllerine sakladığı mektubu çıkardı. "Daha evvel sual ettiğiniz mektup bu Sultanım. Şimdi eğer bu saraydan kendi rızanızla gitmezseniz, mektup validemizin ve dâhi hünkârımızın eline ulaşır. Siz dâhi bir çok kişinin kellesi gider." Şah Sultan hiddetle ayağa kalkarak Efruze'ye tokat attı.
"Seni Rum yılanı! Sen kim, hanedan mendubunu tehdit etmek kim!" Efruze sinirle gülümsedi. Az önce atılan tokat, halvete başka hatunun gitmesinden daha fazla acıtmamıştı. "Ya anlaşmaya uyar saraydan gidersiniz, ya da kelleniz gider Sultanım. Karar sizin." Efruze, zafer kazanmışçasına dairesine döndü.
***
Sabahın ilk ışıklarıyla ayaklandı Şah Sultan. Validesinin dairesine gitti hazırlanarak. Dairede Mahpeyker Haseki ve Kaya Sultan da vardı. "Validem, uzatmadan anlatmak istiyorum. Yapamıyorum, sarayımı özlüyorum Validem. Onca yıl sonra geldim, burada olmak gözlerimi kamaştırdı lâkin paşamızla hatıralarımın olduğu evime, yuvama dönmek istiyorum."Valide Müzeyyen Sultan, ayağa kalkarak kızına sarıldı. "Şah'ım. Nereden icab etti bu? Bizimle kal burda, acele karar verme." Mahpeyker Sultan her ne kadar mutlu olsa da belli etmedi. "Gitmeyin Sultanım, burası da sizin eviniz." Şah Sultan, Mahpeyker'i duymazdan gelerek, yeğenine sarıldı ve kucakladı. Daha sonra validesine döndü. "Kararım kati validem. Şimdi Hünkâr Ağabeyimle konuşmaya gidiyorum, müsaadenizle." Yakut kırmızısı elbisesinin eteklerini toplayarak çıktı daireden, Şah Sultan.
"Hünkârımıza geldiğimi haber verin." Kapı ağaları Sultan Murad'ın müsaadesiyle geri çekilip yol verdiler. "Hünkârım," diyerek eğildi Şah Sultan. Sultan Murad, üzerinde çalıştığı haritayı masaya toparlayarak doğruldu ve kardeşine doğru yaklaştı. "Şah'ım, hoşgeldin. Nasılsın?" Gözleri dolu doluydu Şah Sultan'ın. Durumu tıpkı validesine anlattığı gibi izah etmiş, müsaade istemişti. "İçim rahat etmeyecek lâkin, nasıl mesud olacaksan öyle yap kardeşim. Lâkin unutma, senin asıl evin burası. Topkapı Sarayı. Sık sık gel." Şah Sultan sıkı sıkıya sarıldı ağabeyine. Öyle ya, onun için canını dâhi vermeyi göze almış, kardeş katili olmuştu. Ellerine hâlâ kardeşi Selim'in kan kokusu vardı. Eşyalarını toplamak için tekrar dairesine döndüğünde kapıları kilitledi.
Dairesindeki aynayı kırarak paramparça oluşunu seyretti. Yere düşen kırık ayna parçalarından birini avuçları arasına aldı. Gururluydu Şah Sultan. Bir cariye, köle tarafından böyle tehdit edilmek, gururunu incitmişti. Üstelik aynı cariye onu kendi evinden kovmuştu. Gözlerindeki yaşlar bir bir yere saçılırken, elinde tuttuğu ayna parçasını daha da sıktı. Tam o sırada dairesinin kapısı zorlanmaya başlamış, nedimeleri kapıyı kırarcasına yumrukluyorlardı. İçeride ters giden bir şeyler olduğu belliydi. Şah-ı Huban Sultan zinhâr kapısını kilitlemezdi.
Sesleri duyan Şah Sultan, sağ elindeki ayna parçasını, sol bileğinin üzerinde gezdiriyordu. "Allah'ım, affet. Ben ki hanedan kanı taşıyan Şah-ı Huban Sultanım. Lâkin bir köle tarafından aşağılandım, bunu nasıl kabul ederim? Affet yüce rabbim. Yanına geliyorum." Sertçe batırdı bileğine ayna parçasını. Bileğindeki kanlar oluk oluk akarken, gözleri kapanmak üzereydi Şah Sultan'ın. Yavaşça yatağına attı kendini, genç Sultan. Babası Sultan Mehmed Han'ı görüyordu sanki. Birlikte küçüklüğünde olduğu gibi gül topluyor, gülüp eğleniyorlardı. Gözleri tamamen kapanmıştı artık. Elbisesi daha da kırmızılaşmıştı. Tam o sırada dairesinin kapısı kırılmış ve cariyelerin çığlık atması bir olmuştu.
***
"Şah Sultan..." Efruze kucağında şehzadesi Selim'i emziriyordu. "Gidiyor mu? İnşallah eşyalarını topluyordur". Gülçiçek Kalfa gözlerini yere dikerek cevapladı hanımını. "Bileklerini kesmiş. Hakkın rahmetine kavuşmuş." Efruze ne olduğunu anlayamamıştı. Nefesi sıklaşmış, gözleri buğulanmaya başlamıştı ki; Gülçiçek Kalfa derhâl küçük şehzadeyi kucağından aldı. "Sakin olun Sultanım. Şah-ı Huban Sultan'ın gururu pek meşhurdur. Sizin onu saraydan gönderecek olmanız pek dokunmuş kendisine. Bu yüzden kıymıştır canına." Efruze derhâl mektubu parmakları arasına alarak şöminenin önünde durakladı. Mektubu içine atarak, yanmasını seyretti."Zinhâr böyle olmasını istemedim. Allah biliyor ya, aklımdan dâhi geçmedi canına kıyacağı."
Mahpeyker ve Meleksima ise dairelerinden koşarak çıkmış ve Valide Sultan'ın dairesine gitmişlerdi. Müzeyyen Valide, baygınlık geçirmiş, fenalaşmıştı. Kimse nedenini bilmiyordu, Efruze ve Gülçiçek hariç.
Sultan Murad, dairesinde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kardeş acısını yeniden tatmıştı, öyle bir acıydı ki bu; kâlbini sökmüşlerdi sanki. İnşirah Sultan'a da haber tez gitmişti. Olduğu yere bayılmış, uyandığında ise ağlamaktan helâk olmuştu. Ne kadar uzak da olsalar onun canından, kanından kardeşiydi.
Şah Sultan, artık bu diyardan göçüp gitmiş, yerine yalnızca hatıralar bırakmıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Devr-i Kadim
Historical Fiction"Bu saray ki; cennettir canını feda edene. Bu saray ki; cehennemdir kendini akıllı sanana." Böyle demişlerdi ona. Artık önünde iki yol vardı; ya ölecek ya öldürecek. Ya yok olacak ya yok edecek... Nasya olarak doğmuştu. Kim bilebilirdi ki köylü kız...