Valide Sultan'ın dairesinde matem havası vardı. Dilaşub Sultan kucağında bebeğiyle volta atarken, gözleri hızlıca açılıp kapanmaya başladı. Efruze Haseki fark ettiği anda Şehzade Orhan'ı kucakladı. Küçük şehzadenin düşmesine izin veremezdi. Onun yüzünü okşayarak Dilaşûb'un cariyesi Betül Hatuna verdi ve Dilaşub'un yanına yürüdü. Rakibesinin baş ucuna oturdu. Olabildiğince sakin bir ses tonuyla konuşuyordu. "Sakin ol Dilaşûb. Merak buyurma hünkârımız yaşıyor. Evlatları için, ailesi için geri dönecek. Şimdi topla kendini evladın için ayağa kalk. Hemen!"
Valide Sultan her ne kadar şaşırsa da belli etmiyordu. Gülnigâr ve İnşirah Sultanlar Valide Sultan'ın önündeki mindere oturmuştu. Soluk mum ışığı az çok aydınlatıyordu daireyi. Gecenin bir yarısıydı lâkin çocuklar bile uyumamıştı. Şehzade Selim ayağa kalkarak kardeşlerinin yanına geçti. Onlara ellerini açmalarını sonra da onu tekrar etmelerini söyledi. Öyle hevesliydi ki. Adeta dünyayı kurtaracaktı. "Allah'ım sen babamızı bize bağışla. Onu başımızdan eksik etme. Ne olur geri gelsin. Bir daha kardeşlerimizle hiç kavga etmeyeceğiz. Validemizi üzmeyeceğiz. Amin!" Hepsi ellerini yüzüne götürdü.
Sultanlar birbirlerine bakarak gülümsedi. Efruze Haseki gururla gülümsedi oğluna. Valide Sultan torununu yanına çağırdı. "Selim, sen kardeşlerini al, benim yatağıma yukarı götür. Suzan Kalfa sizin yanınızda olacak. Hep birlikte uyuyun olur mu. Sabah güneş doğacak, sakın korkmayın. Hadi canım." Şehzade Selim kardeşleriyle birlikte babaannesinin dediği yaparak yukarı çıktı.
O sırada Mahpeyker Haseki Şehzade Osman'ın yanındaydı. Bir an olsun bırakmıyordu evladını. "Sabah belki de senin güneşin doğacak arslanım. Hadi dinlen artık." Şehzade Osman kararlı bir tavırla döndü Validesine. "Siz ne olsun istiyorsunuz Validem? Babamın tahtında beni hayal etmek hiç yakışık alıyor mu? Hemde o henüz aramızdan ayrılmamışken?" Şehzade Osman zinhâr art niyetli değildi. Öyle ya, herkes bu yüzden seviyordu zaten onu. "Emir verdim, aramaların hızlandırılması için. Dilerim rabbim babamıza kavuşturur." Mahpeyker Sultan üstelemeden sedire oturdu. Gözünün önünde hayaller birbir canlandı. Geçmiş hatıralar...
Sultan Murad onu Mahpeyker'im diye severdi. Ay parçası Sultanım derdi. Bir vakitler en kıymetlisiydi onun. Ava bile birlikte gider, Murad dönünce de akşam evlatlarıyla yemek yerlerdi. Bir damla gözyaşı döküldü sedire. Elinin tersiyle sildi güzel Haseki. Osman'ı kucağına aldığında ne mutlulardı. Saadetleri şehzadenin doğumuyla taçlanmış, bir güneş misâli ısınmıştı kalpleri...
Efruze Haseki dalmıştı. Rüya görüyordu fakat bu gördüğü olsa olsa kâbus olurdu. Sultan Murad bir at üstünde gelmişti sarayın bahçesine. Fakat saray bomboştu. Murad, atından inip yaklaştı biricik karısına. Üzerinde bembeyaz kaftanı vardı. Alnından öpüp sarayın ihtişamlı kapısını gösterdi. Fakat kapıdan çıkanların omuzlarında tabutlar vardı. Birden bire etraf karardı, ağlama sesleri yankılandı. Altı tabut çıktı saraydan. Selim'i, Mustafa'yı, Aynışah'ı, Atike'si, Cihangir'i ve Mahmud'u. Ardından Şehzade Osman geldi yanında Mahpeyker Sultan ile. "Baba, devrettiğin devleti layıkıyla yöneteceğimden şüphen olmasın. Kardeşlerimi uğurladım, senin yanına geliyorlar." Ardından Mahpeyker'in kahkaları inletti ortalığı.
"Murad!" Diye çığlık atarak gözlerini açtı Efruze. Herkes başına toplanmıştı. Şehzade Orhan uyanıverdi sesine. Açtı aynı zamanda fakat validesinin sütü kesilmişti üzüntüden. Efruze'ye bir bardak su verdi Gülnigâr Sultan. Az sonra Efruze dağılmış saçlarını eliyle üstün körü kulağının arkasına attı. "Şehzadenin nesi var? Neden ağlıyor?" Dilaşûb hem utandı hem sinirlendi bu soruya. "Dilaşûb'un sütü kesildi Efruze. Süt anne gelecek birazdan." Efruze Valide Sultan'a baktı. Sonra bir bardak daha su içip şehzadenin başına gitti. "Lüzumu yok, Dilaşûb müsaade ben emziririm şehzademizi. Böyle bir günde münakaşa edemeyiz. İzin ver yardım edeyim." Dilaşûb tereddüt etse de müsaade etti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Devr-i Kadim
Tarihi Kurgu"Bu saray ki; cennettir canını feda edene. Bu saray ki; cehennemdir kendini akıllı sanana." Böyle demişlerdi ona. Artık önünde iki yol vardı; ya ölecek ya öldürecek. Ya yok olacak ya yok edecek... Nasya olarak doğmuştu. Kim bilebilirdi ki köylü kız...