Resmen tıkandım. Yazdığım hiç bir şeyi beğenmedim. Yazdıklarımı silmesem şimdi 3 bölüm arka arlaya yayınlayabilirdim. Ama içime sinmeyen bir şeyi de yayınlamak istemedim.
______________________Sorduğum soruyla Min Joon'un sırtımı sıvazlayan eli durdu. Yavaşça ondan ayrılıp yüzüne baktım. Kaşları çatılmıştı. Sırtımı duvara yaslarken gözlerimi ilerideki kırık piyanoya çevirdim.
-Menajere söyledin mi?
Sesi çatlamıştı konuşurken.
-Söylesem ne değişecek ki? Yarın proğrama çıkacağım mecburen.
Sesim durgundu. Bu ağlama iyi olmuştu. Rahatlamıştım. Ama hâlâ ne hissedeceğimi bilmiyordum. Annemi sevmeli miydim? Ya da en azından onu affetmeli miydim? Belki de ondan nefret etmeliydim. Böylece ölümünü daha çabuk sindirebilirdim. Min Joon'a sormak için ağzımı açmıştım ki benim hakkımda bilmedikleri geldi aklıma.
Ona soramazdım. İkimizde sessizdik. Nefes alış verişlerimiz bile sessizdi. Çalan telefonumun sesi bu sessizlikte oldukça gürültülü gelmişti. Kimin aradığına bakmadan telefonu açtığımda karşıdan gelen ses toparlanmama sebep olmuştu.
-Mina? Nasılsın?
Adamın sesi o kadar yorgun geliyordu ki.
-Haberleri gördüm Mustafa bey. Siz iyi misiniz?
-Cenaze yarın öğle namazında kaldırılacak.
Adamın ağladığı sesinden belli oluyordu. Annemde bu kadar sevecek ne bulmuştu ki?
-O zamana kadar gelebileceğimi sanmıyorum.
Sesim beklediğimden daha soğuk çıkmıştı. Sanki az önce annem için ağlayan ben değilmişim gibi.
-Mina lütfen annenden nefret etme. Bak öldü zaten.... Küslük zamanı değil sen de gel cenazeye.
-Gelmeye çalışacağım.
Koskoca adam titreyen sesiyle rica ederken daha fazla üzmenin mânası yoktu. Gidemeyecektim biliyordum. Ama bunu söylemenin bir anlamı yoktu.
-Tamam. Hoşçakal.
Telefonu kapattığında derin bir nefes çektim içime. Sanırım menajer ile konuşmam gerekiyordu. Onlar eğlencelerinden döndüklerinde konuşmak için menajere mesaj attım.
-Selim mi aradı?
Min Joon'un sorusuyla şaşkınca ona döndüm. Yüz ifadesi hoşnutsuzdu.
-Hayır.
Başını olumlu mânâda sallarken merak ettiği her halinden belliydi.
-Üvey babam aradı. Cenaze töreninin zamanını söylemek için.
-Gidecek misin?
-Menajer ile konuşacağım. Gitmeyi o kadar da çok istemiyorum.
Bakışlarımı yeniden odaya diktim. Konuyu değiştirmek istiyordum.
-Burda olduğumu nasıl bildin?
-Aslında sen geldin. Ben zaten buradaydım. Ama beni fark etmedin.
Bu kapının sesini duymamamı açıklıyordu.
-Pek sence sahne ismim ne olmalı? Bana sunulan sahne isimlerinden sadece iki tanesini beğendim. Birincisi Nisha. Hintçe kökenli bir kelimeymiş. Alacakaranlıktan sonra doğan, gece demekmiş. Diğeri ise Lyra. O da...
-Takımyıldızı demek. Yunanca kökenli. Min-a konuyu değiştirmek istediğinin farkındayım. Ama değiştirmek zorunda değilsin. Bunu yaşamak senin en doğal hakkın. Bak senin hakkında hiç bir şey bilmiyorum ama kendine üzülmeyi bile yasaklıyorsun. Yapma bunu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
LYRA
FanfictionBir oyun oynadığınızı düşünün. Başlangıcı güzel ama devamı berbat. O oyundan sıkıldığınızı hayal edin. Ölesiye nefret ettiğinizi. Ne yapardınız? Oynamayı mı bırakırdınız? Ya da fırlatıp atar mıydınız? Bunaldığınızda yeter deyip başından kalkardınız...