Zamanı bilmiyorum, belki birkaç saat sonrası ya da birkaç gün, birkaç hafta. Zamanı asla belirtmek istemedim ben hiçbir an. Çünkü bana saliseler bile uzun gelirken o ikilinin buluşması beş yılı aşmış gibi geliyor. Bu yüzden yine ne tarih, ne de gün veriyorum.
Yine de gün doğumundan birkaç saat sonraya götürebilirim sizi. En azından bunu bilmek hakkınız çünkü bunları hayal edecek olan ben değilim, okuyan. Ben de size hayal etmeniz için yardım ediyorum. Umarım yardımımı kabul etmişsinizdir.
Size bu mekanda bulunan bir ressam ve bir şairi betimlemeden önce nasıl bir yerde olduklarını anlatayım.
Güneşin en parlak olduğu evrelerin birinde, çimler hiç olmadığı kadar yeşilken gökyüzü güzel bir maviye bürünmüştü. Tüm çimlerin üzerinde ufak, şeffaf damlaları görebilirdiniz. Çoğu kişi buna çiy diyecektir ama ben öyle düşünmüyorum. Kendi fikrimi belirtmem gerekirse bu ikisinin gözyaşları kurumayıp bu otların her birinde yeniden belirmişti ve bunu yazan ben olduğum için izninizle, bunu gerçek kılacağım. Ne de olsa biz insanlar kavramları adlandırarak onları terimleştirmeye hevesli olsak da gerçeklerin farkında olmayabiliriz. Kanguruya da bir aralar keseli tavşan derlerdi ama değildi. O zaman neden bu damlalara çiy diyoruz da gözyaşı diyemiyoruz?
Çok uzun tuttuğum için af dilemiyorum bu sefer, okumak istememiş ya da betimlemelerden hoşlanan biri değilseniz şimdiden geçebilirsiniz. Yine de ben bu kitabı duygularımı anlatmak için bir araç, insanlara açılan tek kapım olduğundan bu satırları fazlaca uzun tutmak niyetindeyim. Eğer tutmazsam canım yanacak, sadece insanlara hizmet etmiş olacağım. Millet, bir kereliğine bencil olmama izin verin.
O zaman devam ediyorum. Gökyüzü öyle mavi, öyle güzeldi ki bir ressamın eseri gibiydi. Hiçbir zaman bu güzelliğin bir ressamı olduğuna inanmadım ben gerçi. Yine de inananlar için şunu diyebilirim ki: tanrınız bu sefer gerçekten iyi iş çıkarmış. Gerçi ben yine de bilemem, etrafı anlatmakla yükümlü biriyim sadece.
Peki bu güzel yerde hiç çiçek yok mu? Var, elbette var. Ufak çimlere ayak bastığınız zaman kıpkırmızı kamelyaları görebilirdiniz etrafta. Her yere yayılmış renk renk çiçekler arasında en çok kamelyalar, hele de kırmızı olanları ilgi çekiyordu. Eh, en sevdiğiniz çiçek kamelya ise bu geçerlidir tabii. Benim ilgimi bu manzarada en çok sümbüller çeker, ölen birinin bana en son uzattığı çiçektir çünkü. Kim bilir, belki bu ikisinin de ölmeden önce birbirine uzatacağı son çiçek kamelyadır.
Önde ise akmakta olan bir menderes sizi karşılıyordu. Kıvrımlı olan şeması ve dinginliği ile ölü gibiydi. Sizin deyiminizle bu menderese sakin diyebilirim ama ben en çok ölü demeyi severim. O sakinliği bence bu kelime çok iyi anlatıyor. Neyse, o menderesin karşısında ise uzanan sıradağları görebilirdiniz.
Devam etmek gerekirse güneş öyle parlaktı ki gökyüzüne baktığınızda sadece daire şeklinde bir cisim olarak görmüyordunuz onu. Onun ışınları keskin bir kılıç gibi üzerinize geliyordu.
Size güneşi anlatmışken, menderesin tam önünde oturan iki adamdan esmer olanı bacağına kafasını yaslayıp yatan kızılın saçlarını okşadığı elini çekti. Kızıl olan ilk yüzündeki el şeklinde oluşan gölgeyle serinledi ve gülümsedi. Gözleri kapalıydı ama diğerinin sözleri ona bu gözleri açtırdı.
"Güneş bir ok gibi saplanıyor sana, rahatsız olmuyor musun?" Esmer olan diğerine telaşlı fakat sakin bir surat ifadesiyle bakarken dedi bunları.
"Her ışığın gölgesi vardır Dazai. Şu an benden çok uzakta olan bir yıldızın sıcaklığını düşünmek istemiyorum." Kızıl olan Dazai'nin onun yüzünün üstünde bir gölge oluşturan elini tutup sıktı ve elini yüzünden çekmesini sağladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Casta Diva |Soukoku|
FanficGünahlarım korkunçtu; ama sonsuz bağışlayıcının kolları uzundu, başvuran herkesi bağrına basıyordu. Ve şüphesiz bağışlayıcı benim en iyi seçeneğimdi.