göze alabildiğim şey beni korkuttu. korkumun ispatı niteliğinde yüzümden ard arda yaşlar süzüldü. ben her zaman korkak olmuştum ama korkularımı bastıra bastıra yaşamaya alışmıştım. şimdi ise yaşamaktan korkuyordum, yaşayamamaktan korkuyordum, iyileşememekten, rahat bir nefes alamamaktan, bir daha onu görememekten. ben şimdi her şeyden korkuyordum.korkularım beni bu noktaya sürüklemişti. korkularıma teslim olmuştum, korkularımın beni bu raddeye getirmesine izin vermiştim. ama görüyordum, biliyordum, farkındaydım. hiçbir zaman yaşadığım bu hayattan nefret etmemiştim. dizlerimin üzerine düşmüş olsam bile hiçbir zaman tamamen yığılmamıştım yere. her şeye rağmen bulduğum ilk yere sıkı sıkıya tutunmuştum.
son saniye pencerenin kenarına asılıp yere çakılmaktan kendimi kurtarmam ise bundan kaynaklıydı sanırım. içgüdüsel bir şekikde mi olmuştu yoksa düşünerek verdiğim bir karar mıydı bilmiyorum ama yapmıştım işte. yaşamaktan kaçtığım gibi ölümden de kaçmıştım. biliyordum kendimi. bir şeylere son vermeye hazır değildim. nasıl unutmuştum ki onca hayali? hem ne zaman görülmüştü benim verdiğim sözlerden döndüğüm?
daha vakti vardı. benim hala vaktim vardı. o yüzden annemin beni asılı kaldığım yerden kurtarmasına izin vermiştim. o yüzden tüm bağırışlarını yutup olmam gereken yatağa dönmüştüm.
bu yüzdendi işte. bizim hala vaktimiz vardı. bu yüzden karar vermiştim ya ölümden kaçmaya. kırık bir kapıdan geçemesem ve düşsem bile kalmasını bilirdim. kalkmalıydım. ben istediklerini koparan türden bir kızdım. ne çabuk unutmuştum kim olduğumu.
iyileşecektim. iyileşecek ve düşerek atlattığım o kırık kapıyı ellerimle tamir edip kendinden emin adımlarımla aşacaktım.
aşacaktık.
dudaklarımın arasından mideme inen çorba yemek borumda aşağı yukarı defalarca kez hareket etse de üzerimde uzun zaman sonra giydigim o pembe elbideyi mahvetmenin korkusu vardı. o yuzden sıkıca kapayıp dudaklarımı belki de yuzuncu kez yutkundum. biraz çorba, çorbadan fazla su. böyle böyle dolu kaseyi yaraladım.
farkındaydım. yorgun ve şaşkın bakışların odağı olduğumu biliyordum. yemek yemeyi ısrarla redden kız çocuğunun fikrini değiştirmesine neyin sebep olduğunu merak ediyorlardı.
"korktum." diye fısıldadım. parmaklarımın arasındaki kaşığı tepsiye bırakıp gözlerimi yumdum. "ölmekten çok korktum."
çaprazımda oturan nayeon avucunu sıkıca dudaklarının üzerine kapadı. sahi, arkadaşlarım neredeydi? neden her seferinde sadece nayeon vardı? "Joy nerede?" diye mırıldandığımda gözlerim başını yana yaslamış şaşkın gözlerini benden ayırmayan kıza döndü. "Joy okulu için şehir dışına çıktı ."
hayallerimiz.
"sahiden mi?" kocaman bir gülümseme sundum ona. dolu gözlerimden habersizdim ya da sadece sürekli bu halde olmalarına alışmıştım. bilmiyordum. "peki sen? üniversite için burayı tercih etmeyeceğini çok iyi biliyorum. bir sürü planın ve hayalin vardı. hatırlıyorum."
kendi hayatımın içerisinde o kadar boğulmuştum ki onun üniversiteye gitmiş olması gerektiğini bile unutmuştum. Joy'un yokluğunu bile aylar sonra fark etmiş sormayı anca akıl edebilmiştim.
"o hayalleri birlikte kurmuş, tüm o planları da birlikte yapmıştık jennie. sensiz hiçbir anlamı yok."
hayallerimiz.
unutmuştum. hepsini unutmuştum. herkesi unutmuştum. sadece olayları değil kişileri de unutmuştum. sanki beynim sert bir darbe almıştı ve unuttuğum her şeyi tekrar hatırlamıştım. "telefonumu istiyorum." diye mırıldandım. annem sakince avuçları arasındaki telefonu bana uzattı. instagramdan gelen binlerce bildirimi görmezden geldim. mesaj kutuma girdiğimde karşımda sadece nayeon ile olan konuşmamız duruyordu. ne zaman yaptığımı bilmiyorum ama bildirimleri almamak için hepsini arşivlediğimi biliyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
end game || jenkai
Fanfictionkafamdaki, tam şu an cidden komik olduğunu düşündüğüm beret ve birbirine doladığım kollarımla karşısına dikildiğimde gözlerimi devirdim. "ben," diye konuşup ona baktığımda ne yaptığımı veya aklımı nerede kaybettiğimi inanın bilmiyordum. "ben senin s...