Gözlerimi ormanın daha önce hiç görmediğim bir kesiminde açtığımda; ilk işim adını bile bilmediğim çiçek türlerini, ışıl ışıl şelaleyi, güneş ışıklarının suyun yüzeyinde dans edişini ve içindeki her balığın seçilebileceği kadar berrak olan gölü uzun uzun izlemek oldu. Bir süre etrafıma, yeni doğmuş bir bebeğin anlamsızlığıyla baktım.
Göl kenarında yetişen ağaçların olgunlaşmış meyveleri güneş ışığında parıldıyor ve davetkar bir görüntü sunuyordu. Açlık hissetmesem de, sırf tadına bakmak adına elmalardan birine göz diktim.
Yattığım yerden doğrulmak için ellerimi yere dayadığımda irkildim ve gözlerimi altımdaki çimenlere çevirdim. Tam olarak o an fark ettim ki, burada her şey... aaaa, fazla düzgündü. Tek kaşım istemsizce yukarı kavislendi. Elimi inatla otların üzerinde tekrar tekrar gezdirdim.
Doğa, bildiğiniz doğaydı fakat ben tamamen hissizdim. Çimenlere oturduğunuzda oluşan batma hissi yoktu, üzerimdeki kıyafetlerin alışkın olduğum ağırlığı ya da suyun soğukluğu...
Hepsi sadece birer görüntüden ibaretti. Dokuları, kokuları, bir varlıkları yoktu. Emekleyerek ilerleyip hemen yanımdaki dereye elimi soktuğumda, su hiç de bir engele çarpmış gibi davranmıyordu.Bir ağacın dalına uzandığımda, dala tutunamadım; dal elimin içinden geçip gitti. Bir an panikleyerek geriye doğru tökezledim. Elimi kalbimin üzerine koyduğumda, yıllardır benimle bir olan kıpırtıyı hissedememek sırtımı korkuyla bir ağaca yaslamama sebep oldu fakat yaslanmaya çalıştığımda doğruca geriye devrildim.
"Aman tanrım, aman tanrım, aman..."
Bir anda gelen sakinlikle susup avucumu güneşe doğru kaldırdığımda, tenimin yarı saydam ve hafif sedefli olduğunu görünce sertçe yutkundum. Gerçi boğazımdan geçmesi gereken tükürük te yoktu.
"Biliyordum! Öldüm işte!"
Bu isyanıma ormanda yankılanan, bal gibi tatlı, rüzgara karışmış gibi puslu bir kıkırtı karşılık verince ellerimi yere dayayıp sırtımı doğrulttum.
Başımı yavaşça yana çevirdiğimde, koca bir kayanın üzerinde sağ dizini kendine çekerek oturmuş genç bir kızla göz göze geldim.
Çikolata rengi dalgalı saçları, oturduğu kayanın üzerine yayılacak kadar uzundu. Saçlarıyla aynı tonlarda ama daha parlak, kocaman gözleri ok gibi kirpikleriyle süslenmişti. Burnu ve kulakları, elf kızlarınkı gibi sivri, dudakları dolgundu. Onun... ilahi bir güzelliği vardı.Ben onu izlerken kayanın üzerinden atladı ve parmaklarının ucunda yürüyerek tam önümde durdu.
"Merhaba Zoe."
Elini uzattığında incecik parmaklarını kırmaktan korkarak tuttum. Fakat görüntüsüne rağmen ona temas ettiğim an dalga dalga yayılan güçle sarsıldım. Yavaşça ayağa kalktığımda, bakışlarımı hiçbir şekilde gözlerinden çekemiyordum. Bu kadını tanıyordum. Gerçekten.
"Ben Kimberley, toprak elementinin koruyucu Tanrıçasıyım."
James Black
Sis, etraftaki ölümü gizlemek ister gibi ayaklarımıza dolanıyordu. Fakat Çayıra yayılan bu gri tabaka kaybedilenlerin acısını da, geriye kalanların öfkesini de gizlemeye yeterli değildi. Bulutların arkasına gizlenen Güneş tarafından kasvetli bir havayla baş başa bırakılmıştık. Güneşle birlikte parıldayan çimenler ise kan tabakasının altında kalmıştı.
Doğa derin bir sessizliğin arkasına saklanmayı tercih ederken, çayırın çeşitli yerlerine dağılan tüm savaşçılar gözlerini ormanın uğursuz karanlığına dikmişti. Hiçkimse tek kelime etmiyordu ve aklı olanlar kalabalık gruplar halinde hareket ediyordu. Sam, Will ve baş muhafızlar bir köşede kafa kafaya vermiş durum analizi yapıyorlardı ve yüzleri hiçkimsenin yanlarına yaklaşmaya cesaret edemeyeceği kadar sıkıntılı görünüyordu. Rüzgar, sürekli bizi uyarırcasına bataklık kokusunu burnumuza taşıyordu. Orada olduklarını biliyorduk, sadece tekrar saldırmalarını bekliyorduk.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KORUYUCULAR 1
De TodoÇocukluk arkadaşının bir baykuşa dönüşebildiğini öğrensen ne hissederdin? Ya da lisede tanıştığın bir kız gözlerinin önünde tilkiye dönüşse? Peki kurda dönüşebilen bir adama aşık olur muydun? Zoe güzel bir genç kız olmasına rağmen, çok küçükken üz...