" Sen yaşamayı hak etmiyorsun. "
Bana söylediğini hatırladığım ilk şey, bu.
Dört yaşındayım, ya da değilim, ama vücudum çok küçük ve ben de çok üşüyorum. Üzerimde eski, abime ait bir hırka var, eski koltuk minderinin üzerinde uzanıyorum, küçük ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırmışım. Çocukluğum boyunca evimiz hiç ısınmadığı için hep böyle uyurmuşum, bu yüzden alışkanlık kalmış ya, atamıyorum üzerimden. Saçlarım yine çok uzamış, uzun bir süredir de duş almamışım, ama duş almaktan korkardım, çünkü kafama vururdu, vücuduma, sanki beni çıplak, zayıf görmek bana olan nefretinin kabarmasına sebep olurdu, ben de ağlardım, sonra bir daha, ve ben de sudan korkmaya başladım.
Ona bakıyorum.
Soba zayıfça çatırdıyor ama sadece sesi duyuyoruz, içerisinde yakıt yok, sadece eski gazeteler, ve odayı is kokutmaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Bana bakıyor, ben de ona bakıyorum, çünkü bana en çok bu şekilde ilgi gösteriyor, bana dik dik bakarak, ve ben de bunu kaçırmak istemiyorum. Başkaları gibi olsun, istiyorum. Başkalarının annesi gibi. Ama o da benim başkalarının çocuğu gibi olmamı istiyor, ve sonra ben de, başkalarının çocuğu gibi olmak istiyorum. Ve bana, yaşamayı hak etmediğimi söylüyor.
Ben de, yaşamayı hak etmediğimi düşünüyorum.
Sana bakarken, bundan başka hiçbir şey düşünemiyorum.
Zaman duruyor, Hoseok. Zaman, 00:03'te duruyor, çünkü bu kadar uzun süre duraksamamız, bir yanılgı olamaz. Sana bakıyorum, ama sen benim Hoseok'um değilsin. Sen, yanından gelirken, o otobüs garında, bana sarılan, beni öpen Hoseok değilsin. Sen, beraber sarmaşarak uyuduğum, yüzündeki benleri tek tek öptüğüm, günlerce kafamda kavga ettiğim Hoseok değilsin. Sen, benim kafeme attığın ilk adımda bile gözlerimi kamaştıran, canımı canımdan alan Hoseok değilsin. Sen, birkaç gün önce aynada gördüğüm Hoseok'sun. Saçların karışık, gözlerin şişmiş, yanakların çökmüş, üzerindeki kıyafet, Hoseok'um, sen nasıl bu kadar ufaldın? Benim hayatımın anlamı, bir tanem, neden bu kadar ufaldın, senden geriye ne kaldı, bana sevecek ne kaldı?
Bana hiçbir şey kalmadı, çünkü sana bunu yapan benim.
Sana da, bize de.
Gözlerine bakamıyorum, seni böyle görmek benim için yeterince travma değilmiş gibi, bir de gözlerine bakamam, benden ne kadar nefret ettiğini görmeye hiç ihtiyacım yok. Artık inkar edemem, Hoseok. Sana ne yaptığımı bile bile, benden ayrılmak istemene karşı çıkamam, ağzımı bile açamam ya, bekliyorum, boğazım yanıyor. Artık kaçmanın bir anlamı yok. Hoş, bu vicdan azabıyla fare deliğine girsem, yeri.
Ben berbat biriyim, Hoseok, anlamışsındır, ya. Sana da kızmayacağım, üstelik. Ne dersen de, bana bağır, hakaret et, ağzımı açıp tek bir laf etmeyeceğim, çünkü sevdiğim, ben cesaretimi topluyorum, gözlerine bakıyorum, ve gözlerin artık eskisi gibi parlamıyor, sen de bana bakmıyorsun.
Han Nehri, bizimle dalga geçiyor.
Biz, dalga geçilmeyi hak ediyoruz.
" Yoongi. " diyorsun bir daha, bana adımlıyorsun, ama ben yaklaşmanı istemiyorum, kendimi kaybetmem an meselesi. Parmaklığı kavrayan elim bembeyaz kesilmiş, öyle sıkı tutmuşum ki, sanki sana tutunuyorum, ama bir faydası yok.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
barista || yoonseok, sope
Contojung hoseok, her gün saat 12:03'te min yoongi'nin kahve dükkanına gelirdi.