3 yıl sonra...
İstanbul-
Yıkık dökük binaya girmeden önce az önce bakkaldan aldığım sigara paketinin jelatinini söküp yanda duran çöp kutusuna attım. Yeni paketten bir dal sigarayı dudaklarımın arasına koyup sigarayı yaktım ve binaya girdim.
Aşağı inen birkaç arkadaşa kafa selamı verirken ikinci katın açık kapısından girdim, içeriden bir dolu ses geliyordu. Boş olan elimi kotumun cebine koydum ve derneğin büyük salonuna girdim. Sıcak hava anında yüzüme vururken rahatlamıştım.
İçeride ortalama yedi kişi vardı, üç avukat adayı masanın başında birkaç dosyaya bakarken, iki kişi oturmuş telefona bakıyordu. Diğerleri ise yemek yiyordu, geldiğimi ilk Eslem fark etti.
"Hoş geldin." dedi memeni doldurduğu ekmeği ağzına atarken. Sigaradan derin nefes çekip onun yanına ilerledim.
"Hoş buldum." geçip oturduğumda masada çalışan Utku kafasını kaldırıp bana baktı.
"Erdal iş yerinde her şey yolunda mı?" solcu bir gazetede çalışıyordum ve iki aydır ülkede siyasi çatışmalar çıktığı için tüm gözler bizim gazetenin üzerindeydi. Dolayısıyla işler yoğun ve tehlikeli oluyordu.
"TV kanalına üç günlük kapatma kararı alındı, itiraz ediyoruz. Gazeteyi yazmaya devam ediyoruz ve sana bir şey diyeyim mi bu hafta eğer gazeteleri toplama olayı olmazsa kıyamet kopacak."
Küllüğü kendime çekip, onun heyecanlı dinlemesine karşılık gayet sıradan bir şekilde anlattım.
"Bugün binayı basacaklar diyorlardı, sıkıntı oldu mu?" diye sordu Ahmet, kafamı olumsuz anlamda salladım.
"Yok, sağcı grubun her zamanki dayılık taslaması işte."
Eslem beni dikkatle dinlerken bakışlarımı bilerek ona çevirmedim, bir bakışımdan bile umut besliyordu. Çok duyuyordum bahsettiği kişilerden.
İki yıldır bana aşıktı.
Üç yıl önce eski mahalleme yakın bir yerde ev bulup, üniversiteden samimi olmadığım bir arkadaşın aracılığıyla kendime iş bulmuş ve daha sonra bu derneğe katılmıştım.
Hayatımın yoğun döneminden çıkmış, bu genç yaşımda emekli olmuşum gibi sadece günü çıkarmak amaçlı yaşıyordum. Kalbimde hiçbir duyguya yer yoktu, belki de kendimi ilk defa bu kadar duygusuz hissediyordum.
Hayatım düzenliydi ama ne mutluyum diyebiliyordum ne de mutsuzsum.
Sadece yarım kalmış hissediyordum.
Ne zaman farklı duyguyla bana yaklaşan birini görsem, onu hatırlıyordum. Varlığını hatırlıyordum.
En son söylediği yolun açık olsun lafını hatırlıyordum.
İlk zamanlar nasıl böyle bitebilir diye kendi kendimi derbeder edip, inanamamıştım. Dünyaya sanki onunla beraber gelmiş, beraber yaşamaya odaklanmıştım. Sürekli nasıl bir anda bitebilir diye dehşete düşüyordum.
Ömer ya Ömer diyordum, gerisi gelmiyordu. Aslında bu bile çok şey ifade ediyordu.
Öfkeliydim, nefret doluydum. Bir gün yine onunla yollarımızın kesişeceğinin bilincinde o günü bekliyordum.
İstesem onu tekrardan bulurdum, kendimi hatırlatırdım. Ama istemiyordum, kaderin beni sürüklemesine izin veriyordum.
Bir yanım umarım bir daha onu asla görmem diye dua ederken, diğer yanım bir çift yeşil göze hasretinden günbegün çürüyordu.
Başkasına bakmak ise aklımın ucundan bile geçmiyordu. Aşk defterini kapatmıştım, artık aşık olmak istemiyordum. Ondan başkasına da farklı bir duygu hissedeceğimi asla düşünmüyordum.
"Oğlum kapıyı kapatın soğuk geliyor lan." dedi Mert. Telefonuyla oynuyor, sohbete bile aldırmıyordu.
Sigaramı bitirip küllüğe bastım ve karnımın acıktığını hissedip bir parça ekmeği kendime çekip yarısı bitmiş menemenden bir parça aldım. O sırada telefonum çaldı.
Ağzım dolu bir vaziyette telefonu cebimden çıkarıp ekrana baktım, isimsiz bir numaraydı. Hattımı değiştiğimden beri toplasan yirmi kişinin numarası ekliydi zaten. Gazeteden biri olma ihtimalini düşününce sessize alıp kenara koydum, iki gündür aralıksız çalışıyordum ve en azından bir saat kafam rahat oturmak istiyordum.
Herkes kendi arasında muhabbet ederken açık olan haber kanalını dinliyordum, telefonum yeniden çaldığında küfür mırıldanıp yeniden sessize aldım.
"Lan açsana." dedi Yılmaz.
"Uğraşamam."
Bir parçayı daha ağzıma atıp, ardından sürahiyi alıp kendime bir bardak su doldurdum. Suyu içerken telefon yeniden çaldı, gözlerimi kapatıp umursamadan suyu içtim. Bardağı masaya bırakıp bir dal daha sigara çıkardım kendime.
O sırada dizi dönen bir kanal aniden son dakika haberlerine geçti, sesler ufak ufak kesildi. Masadakiler sohbet ediyordu hâlâ.
"TSK'nın gizli yürüttüğü Yakınca Operasyonundan son dakika bilgisi ile karşınızdayım," muhabirin sesi titriyordu. Son dakika yazısı yanıp sönüyordu. Muhabir titreyen sesiyle bilgilendirme yaparken etrafı tamamen sessizliğe gömen şeyi söyledi. "Operasyonda on iki askerimiz şehit olmuştur."
"Hassiktir ya." dedi Ahmet, yüzünü buruşturdu.
Kalbime büyük bir ağırlık çökerken sıkıntılı bir nefes aldım. Bir küfür savurdum.
Paketten bir dal sigara çıkardım.
"Şehitlerimizin ismi sırasıyla şöyle,"
Sigarayı dudaklarımın arasına sıkıştırırken, çakmağı çıkardım.
"Ramazan Özbek, Çağdaş Türk."
Sigarayı yaktım.
"Ömer Özçelik."
Onun adını duyduğumda, dumanı içime çekemeden öylece kalakaldım. Kaşlarım çatılırken kafamı kaldırıp ekrana baktım.
Ömer'in fotoğrafının orada ne işi vardı?
Aynı anda telefonum yine çaldı.
Nefes alışverişlerim hızlanırken geçip giden fotoğraftan sonra telefonu elime alıp ekrana bakmadan cevaplayıp kulağıma götürdüm.
Arkadan çığlık, ağlama sesleri geliyordu.
Bu sesleri tanıyordum.
Sesler uzaklaştı, Akif'in sesini duydum.
"Erdal," dedi Akif, gerisini duyamadım. Telefon elimden kayıp düştü.
"Noluyor Erdal?" diye sordu içerideki insanlar. Gözlerimi televizyondan ayırmadan ayağa kalktım, sigaram dudaklarımın arasından yere düştü.
Boğuluyormuş gibi hissederken yalpalayarak odadan çıkmaya çalıştım. Kaşlarım çatıktı, gözlerim kararıyordu.
Arkamda bana seslenen insanlara aldırmadan dışarı çıktım, soğuk havayla buluştum.
Hızlı hızlı yürümeye başladım, nereye yürüdüğümü bilmeden. Kaç arabanın korna çaldığını, kaç kişiye çarptığımı bile hatırlamıyordum. Yığılacak gibi hissediyordum.
Arkamda koşan kişiler gelmeden önce, sinir krizi geçirmeden hemen önce aklımdan tek bir şey geçiyordu.
Allah Ömer'e şehit olmayı nasip etmişti.
Bana da bu acıyı, cezayı emanet bırakmıştı.
