0.1

5.1K 109 1
                                    

Kırmızı ışık yanarken yavaşlayıp durdum.
Akşam olurken gökyüzü mavi tonlarına boyanmıştı. Normalde kırmızı veya pembe tonlarında olan gökyüzü bugün maviydi, koyu mavi...

İçimdeki acıyı benimle birlikte paylaşıyormuş gibi gökyüzünden birkaç damla düştü yeryüzüne.

Yeşil ışık bir türlü yanmak bilmezken nefes almakta güçlük çektiğimi fark edip camı açtım. Soğuk mart havası yüzüme çarparken zihnimin açılmaya başladığını hissettim. Camdan yüzüme doğru birkaç yağmur damlası isabet ederken tüylerimin diken diken olduğunu fark edip camı kapattım.

Hava hala maviydi fakat sanki artık daha da koyuydu. Ne zamandır çaldığını bilmediğim şarkının sözlerine kulak kesildim zaman geçmesi için.

"Tutmayın, yol verin gidene gidene
Cevap da vermem artık, gücüme gidene
Hiç mi soru sormadın, yüzüne gülene?
Doldu sığmaz içime"

Bazen sevmek iki aynı kalbi bir arada tutmaya yetmiyordu. Ne yaparsanız yapın bazen tutamazdınız birini daha yanınızda.
Oysa bir çiçeği büyüten sevgi bir insanı değiştirmez mi?
Bazen çok sevseniz de bırakmak gerekir. Dönüp gitmek, ağlasan da başını dik tutmak ve sadece gitmek gerekir.
Bizim sevgimiz de yetmemişti bizi bir arada tutmaya. Bizim sevgimiz bahçemizdeki şakayıkları büyütmüştü ancak o çiçeklerin solacağını akıl edemeyecek kadar mutluyduk sanırım.

Yeşil ışık yanarken parmaklarım daha da sıkı sarıldı direksiyona, parmak boğumlarımın beyazladığını gördüm göz ucuyla. Ardından sola dönüp hızı arttırıp ilerlemeye devam ettim.

"Artık bana iyi gelmiyorsun." Demiştim ilk başta. Canımı yakacaktı, anlamıştım. Birisi sizin canınızı yakacaksa eğer ilk darbeyi siz vurun. Palavraydı, bırakın canımı yakmayı bana ondan daha iyi gelen bir başkası yoktu.

İşler kızışmıştı. Kalbimizi kırmaya başlamıştık. Sanki bir savaşın ortasında birbirini yaralayıp ardından başka kimse olmadığı için birbirlerinin yarasını saran iki askerdik o an. Ya da hep öyleydik. Birbirimizi yaralıyor, izi geçmeyecek kurşunlar sıkıyor günün sonundaysa ağlayarak yaralarımızı sarıyorduk birbirimizin.

"Bana hiçbir zaman iyi gelmedin. Sana yalan söyledim ve sen onu da anlamadın, o kadar kör olmuştun." Demişti o da. Canımı yaktı. İlk başta sadece canımı yakmak için söylediğini sandım. Sıradan bir cümle, rastgele seçilmiş kelimeler olduğunu düşündüm. Değilmiş, son mermisini saplamıştı kalbime. Sona saklıyormuş altın mermiyi. Öyle bir yara açmıştı ki izi asla geçmeyecekti. Sanki şimdi sıktığı kurşunun açtığı yarayı ne kadar sararsa sarsın kanaması asla durmayacakmış gibiydi.

Vedalar acıtsa da bazen gitmek gerekirmiş. Geç fark ettim bu kalbin beni yaşatmasına rağmen ölüme götürdüğünü.

"Bırakalım Bade. Git, bırak beni aklımı karıştırıyorsun. Benim bir düzenim var tamam mı? Her şeyi kafana göre altüst edemezsin. Sal beni futbolumu oynayayım, düşünmeyeyim bir an bile seni."

Aslında ben istemiştim ayrılmayı. O kapıdan girerken bu niyetle girmiştim. Her şeyi bir sözle bitirdiğimizde içimi bir soğukluk kapladı. Sanki ölüyormuşum gibi bir soğukluk yaktı kalbimi.
Birini sevdiğini kabul etmek intihara gitmenin en güvenli yoluydu sanırım. Ve kurtuluş yolunu bir başkasında bulduğunuzda temellerinizi bir bataklık üstüne atarsınız ve bu da ölümü kabul etmenin bir başka yoludur.
Bilakis o çiçekler tekrar açar, açacak, açmalı da zaten. Asıl elzem olan beklemek, sabretmek. O bahçedeki çiçekler elbet başka bir baharda tekrar açacak ancak biz o kokuyu beraber doldurmayacağız ciğerlerimize.
Papatyalar koparıldıktan sonra kokmaya başlarmış, ilginç değil mi? Bir ölümün bu kadar güzel kokması.

Söylediği onca şeye rağmen yine de bir nebze olsun sevdiğini hissettim. Ya da kendimi buna inandırdım, bilmiyorum. Ne dese yine de döner, düştüğüm zaman yine ona sarılırdım.
Fakat o bana öyle bir cümle kurmuştu, öyle bir kurşun saplamıştı ki benim bütün iplerimi koparmış, ona bağladığım iplerimi koparıp bir darağacı kurmuş, adeta darağacındaki umutlarımın ayaklarının altındaki o tabureyi kendi elleriyle itmişti kenara. Benim umutlarımı, hayallerimi kendi ipimle idam etmişti. Kabul etmek gerekirse iyi fikirdi aslında, yaramı sardığı yerden beni öldürmek.

"Başka hayatlar değmiş senin gülüşüne, yüzüne. Bence sen git artık." Demişti. İşte bizim bahçemizdeki mor şakayıklar o an soldu. O an koptu şakayıkların yaprakları tek tek. Ne dese kabulümdü, beni ne kader itse de yine ona sarılırdım fakat o bana 'git' demişti. Nasıl kalabilirdim ki?

Ve şimdi bizim noktalı virgüllerle devam eden hikayemize kocaman bir nokta bırakıyoruz. Böyle olması gerekiyorduysa, varsın olsun. Belki bir noktalı virgül daha eklerdik ancak bizim hikayemiz artık bir noktayı hak ediyordu. Biz yarım kaldık şimdi belki ama bir gün başkalarıyla o boşluğu dolduracak güller açtıracaktık.

Hava artık kararmışken sürekli aynı cümleyi tekrarlıyordum zihnimde. Sonra dudaklarımı aralayıp mırıldanmaya başladım, gözyaşlarım çığlıklarımın sesi oldu adeta aktı yanaklarımdan. Ben hala aynı cümleyi tekrarlıyordum.

Bu son nokta.
Bu son nokta.
Bu son nokta...



İlk defa bir bölüme bu kadar çok hislerimi yansıttım sanırım, ruhum ağrıyor sanki.

yeis, tayyip talha sanuçHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin