31

146 17 14
                                    

Soğuk havaların iç ürperten o sessizliği. Belki de en gerçek o anlardı. İçimizi ürperten her şeydi yaşamak. Eğer her adımımız için bir anlam arıyorsak bir gece yarısı, kışın ortasında bir tepeye oturup tek bir yıldız bile göremediğimiz o göğe bakmamız gerekiyordu. Orada çok şey bulacaktık. O boşlukta, görünmeyen her şeyi bir bir izleyebilecektik. Muhtemelen soğuktan da tüm anılar donup kalmış olacaktı.

Fakat belki de, sadece o karanlıkta kaybolup gidecektik. Asıl donan şey kalbimiz olacaktı. Aklımız uçacaktı o soğuk yüzünden ve bir daha ellerimiz tutmayacaktı. O zaman hiçbir yere yetişemeyen insanlar olacaktık.

Hayatımız ellerimizden kayıp gidecekti.

Belki de tam bu yüzden kendimizi bulduğumuz gün her şeyi kaybettiğimiz güne denk geliyordu.

İçimizdeki yaralar her daim ortaktı.

İnsan olmanın ilk kuralı bu olsa gerekti. Her birimizin denk olduğunu bilmek. Tüm engelleri ve genellemeleri oluşturanlar bizdik. Yoksa hepimiz gün sonunda aynı havayı soluyup aynı gökyüzüne bakıyorduk. Vücudumuz aynı işliyordu. Hepimiz acıkıyorduk fakat kimine yemeğin ulaşmayıp kiminin son raddesine kadar tıkındığı bir dünyayı biz yaratıyorduk. Tamamen soyut kavramlara dayanarak da kendi hiçbir şeye dayanmayan o egomuzla çevremize doyasıya havamızı atıyorduk. Kendimizi bambaşka göstermeye bayılıyorduk.

Sonrasında da ölüp ölmeyeceğimizi bilmediğimiz bir uykunun kollarına atıyorduk kendimizi. Her gün dünyanın herhangi bir yerinde herhangi birileri illa ki uyuyordu.

Kaçı geri uyanıyordu peki?

Bunun farkındalığına varabilmiş miydik? Kaç kişi bu dünyanın, en azından tüm yaşamlarımızın yalan olduğunu fark edebilmiş de ona göre yaşıyordu? Gelip kolayca bir gökyüzünü izlemek dahi konumuz dahilinde olabilir miydi?

"Bence olabilir," dedi hemen yanında oturan. Havanın o dondurucu soğuğundan titriyor olsa bile halinden memnun görünüyordu. "Öleceğimiz gerçeği elbette var fakat bu gerçeğe dönük bir şekilde nereye kadar yaşayabiliriz ki? Ya şimdi ölürsem diyerek neleri erteleyebileceğimizin farkında mısın?"

Koca bir sessizlik içinde uğultusuyla gelen bir rüzgar eşliğinde ikisi de gözlerini kapattı. O soğuğu tekrar iliklerine kadar hissederlerken tüm kelimeler tekrar tekrar tükenmişti.

Dakikalar geçti. Rüzgar bir esip bir durdu.

"Sen sanırım hepimizden daha yakınsın ölüme." diyerek aralarına giren doğanın tüm seslerini susturdu aniden. Dakikalar önceki kelimelerine yenilerini ekler gibi. "Yani bilmiyorum, seni tam manasıyla tanımıyorum. Sadece tavırların ve sürekli kafanda dönüp durduğunu düşündüğüm ama göremediğim o düşüncelerin, sadece bu yüzden var gibi geliyor bazen. Her şeyin farkındasın ama farkında olmak istemiyorsun. Görüyorsun ama görmek istemiyorsun. Ölüm ensende nefeslense dahi bir şeyler hissetmeyi bir kenara bırakıp yoluna devam edebiliyorsun korkusuzca. Hayatını yaşamak istiyor olsan da işte ensendeki o gerçek bir türlü uyutmuyor sanki seni." Biraz ona doğru yaklaşıp yüzünü daha detaylı bir şekilde incelemeye başladı. "Haksız mıyım?"

"Muhtemelen öyle," deyip bakışlarını ona çevirdi aynı şekilde. Gökten daha karanlık, daha boştu belki de gözleri. Havadan daha soğuk, daha vahşiydi bu dünyadan. Her şey sığıyordu o gözlerine sanki fakat kendi yüreğini dahi taşıyacak kadar geniş değildi her şey. Kördü bazen işte.

"Haksızsın yani."

"Böyle mi düşünüyorsun sahiden?"

"Ölüm bana yakın ya da uzak. Ben yoluma bakarken sadece karşıyı görürüm. Arkamdan, sağımdan ya da solumdan gelen herhangi bir şeyle ilgilenemem. Göremediğim bir şeyin de bana yakınlık derecesini ölçemem. Bir bilinmezliğe de kendimi kaptırıp günlerimi çöpe atamam. Bunun için yaşamıyoruz. Gerçi ne için yaşadığımızı da. bilmiyoruz. Bu dünyanın bir kullanma kılavuzu olmadığına göre de gerçek dediğimiz bilinmezlikleri bir kenara atıp önüme bakabilmeyi de gayet başarabilirim ve kimse de buna karışamaz öyle değil mi?"

passionate touchHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin