Her ne kadar hareketli olduğunu düşünsem de aslında sessiz sakin ve sıradan bir yaşamım vardı. Herkes gibi belirli bir saate kalkıp günlük rutinlerimi yapıyor ve bütün insanların yine bir rutini olan yapmaktan hoşlandığım şeyleri gerçekleştirerek günümü kapatıyordum. Her gün farklı bir şeyler denediğimi söylemiş olsam da yeniliklere açık bir insan değildim özümde. Yaptığım şeyler genel olarak çoğu akıllı delilerin denemiş veya deneyecek olduğu şeylerdi. Hiçbir zaman gidip de asla denenmemiş, insanın aklının ucundan geçmeyecek derecede dudak uçuklatıcı şeylere elimi dahi sürmemiştim. Yatakta bile her ne kadar üstün olsam da yeni bir şeyler deneyerek çizdiğim çizginin dışına çıkmayı hiçbir zaman aklımın ucundan geçirmiyordum bile.
Korktuğumu zannetmiyordum. Sadece alışkanlık haline gelmiş olan kendimi koruma dürtüsü bana her adımımı sorgulattırıyor ve yaş tahtaya basacağımı anladığım her an on adım geriye kaçmama sebep oluyordu. Tehlike çanları çalarak bana atlı koşturan her bir durumu anlardım çünkü bunlar adımın Jung Hoseok olduğu kadar kesin şeylerdi. Bir ateşin tenimizde yarattığı sıcaklığı hissederdik, bozuk olan bir yemeği tatmayı geçtim kokusundan bile anlardık veya bizden yapılı olan kişilerle bir tartışma içine girmezdik çünkü o kavgadan sağlam çıkamayacağımızı görürdük.
Herkes gibi benim de tehlikeyi seven bir yanım vardı fakat ben bu bütün isteklerimle zevklerimi kalbimin ortasında varlığını belli eden siyah bir noktanın içinde saklıyordum. En derinlere kapatıyordum bir oraya bir buraya saldırmak isteyen canavarı ve kilidini de zihnime atıyordum çünkü orayı sadece ben yönetebildiğimden elimden kimse alamazdı. Eğer bunu yapmazsam beni kimse durduramazdı, beni ölüme dahi götürecek olsa bile en tehlikeli şeyleri dener bunları yaparken de fazlasıyla haz alırdım fakat bunu yaptığım an kendime olan inancımı kaybeder hatta belki kendimi bile bir daha bulamazdım. Bunun sonuçları beni iyiye götürmezdi, ben dışında birisinin bana zarar vermesi isteyeceğim en son şey bile olamazdı.
Fakat içimden bir ses artık bu durumdan bıktığını ve değişmek istediğini söylüyor, bir işaret görmem için beni adeta boğazlıyordu. Onları asla dinlemeyeceğimi bilen beynime yenik düşen kalbimden dolayı belki de şu an oturduğum yerden milim kıpırdamak gelmiyordu içimden.
Onda bir şeyler vardı, o siyah beneğin içindeki bütün zehri akıtmak için kalbimi delik deşik etmeme sebep olacak kadar farklı şeyler hem de.
Yeşil saç tutamlarından tutun, aldığı nefesinden titreyen kirpiklerine kadar her bir zerresinde sanki benliğime iyi gelecek panzehirler vardı. Kömür karası gözleri içinde yeniden can bulabileceğim kadar parlak, beni kül edebilecek kadar karanlıktı. Bembeyaz teni beni aklayacak kadar sade, bir yandan da ona karışarak yok olabileceğim kadar sıcaktı. Herkese göstermekten çekinmediği siyah kanatları göğü delebilecek kadar güçlü her bir tüyü kalbime saplayabileceği kadar keskindi.
Melek gibi geliyordu gözüme ilk baktığımda çünkü nefesinde can bulabilecekmişim gibi bir umut veriyordu en başta, sonradan bakışlarındaki sertliği fark ettiğinizde o derinliklerin soğuğundan ölebileceğinizi anlıyordunuz.
O bir melek olamazdı, bir melek olmak için fazla günahkar ve yalancıydı.
Ama ben bir melek istemiyordum zaten, sonucu ne olursa olsun şu ana kadar kendimi kısıtladığım o siyahlığın içinden çekip kendi yanına alarak beni yakmasını istiyordum.
İçimde zincir vurduğum o canavarın zihnime ulaşarak anahtarını almasını ve kendisini özgür bırakmasını istiyordum.
Bu yüzden söylediklerinin absürtlüğü ister istemez kaşlarımı çatmama sebep olmuş, fazla uzun sürmeden de geriye çekilerek arkama yaslanmıştım. Tenimde dolaşmayı kısa bir sürede alışkanlık haline getirmiş parmakları bu hareketimle ilk önce boşluğa düşse de daha sonra hiçbir tepki vermeden o da doğrularak sandalyesinde oturuşunu düzeltmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
passionate touch
Fanfiction"Belki de artık zincirlerimi kırma vakti gelmişti." • 2019