"Merhaba," telaşla etrafta koşuşturan insanlardan birini durdurmayı başarırken bana çatık kaşları eşliğinde bakmasıyla dudağımı ısırdım, "Tanrı'yı arıyordum." dedim, sessizce tek çırpıda.
"Neyi arıyordun?" diye sordu, yanlış duyup duymadığını teyit etmek istercesine. "Tanrı'yı." dedim, Diego'yu kast ederek.
Başını usul usul salladı ve "Anladım." dedi. Bir kız yanımızdan gelip geçerken ona "Burcu," diye seslendi. Burcu denen set çalışanı gelip yanımızda durdu. "Efendim Betül Hanım?" diye karşılık verdi.
"112'yi ara," beni işaret ederek lafına devam etti, "Hanımefendiye yardımcı olsunlar."
Bana bir kez daha bakmadan kahküllerini ve gözlüğünü düzelterek insanların sürekli girip çıktığı ilerdeki odaya yürüdü. Arkasından bakakaldığım sırada numara tuşlama sesi duydum. Burcu'ya baktım hemen. "Ben deli değilim." dedim, bastıra bastıra. "Yöneticinizi arıyorum."
"Yöneticiyi?" diye tekrarladığında başımı salladım. "Buralarda mı bilmiyorum ama bakarım şimdi." gerçekten de dediği gibi etrafa baka baka yanımdan ayrıldığında içime derin bir nefes alıp göğsümü şişirdim. İlk defa yanımda biri olmadan iş görebilecek olmanın sevincini taşıyordum.
Birkaç kişiyle göz göze gelince sevincim yerini ufak bir endişeye bıraktı. Burada boş boş durmak beni strese sokar diye bilmediğim koridorda ilerlemeye başladım ve bulduğum ilk dönemeçten içeri girdim. Burası daha küçük bir koridordu.
Tek tük insan vardı, onlarda çıktıkları kapıyı kapayarak gidiyor veya giriyordu. Hemencecik karşımda duran ve yukarıdan aşağıya cam olan duvara ilerdim. Dışarıda hafif bir yağmur vardı. Sanki ben Tanrı Diego'ya bir daha bana yazmaması gerektiğini söylediğim saniye şimşek çakacak gibi hissediyordum. Kararlarımı söylemekten oldukça çekinen bir insan olarak kesinlikle mesajlaşmak benim için çok daha kolaydı. Boynuma yapışan saçlarımı geriye doğru ittirip elimi yüzüme yelpaze yaparak salladım.
Emir'i görmeyeli bir hafta olmuştu.
"Buraya Emir'i görmeye gelmedin, Güneş." dedim, fısıltıyla, "Buraya bir duruş sergilemeye geldin."
Belki birazda Emir'i görmeye gelmiştim ama bu şu an kimseyi ilgilendirmiyordu. Soğuğa rağmen biraz daha terlediğimi hissedince sırt çantamı omuzlarımdan aşağı indirdim ve önüme alarak içerisinden ilacımı aramaya başladım. Çok geçmeden bulduğum gibi avucuma iki tane hap döküp kapağını kapayarak şişeyi çantama koymaya kalktım. Fakat ellerim o kadar titriyordu ki çantam ayrı yere düştü ilaç şişem ayrı yere yuvarlandı.
Önce elimde erimeye başlamasından korktuğum hapları ağzıma atıp yuttum. Sonra çantamı alarak hâlâ yuvarlanmaya devam eden ilacımın peşinden gittim. Bir kapının açılmasıyla ilacım oraya toslayarak durmuştu.
"Son kez söylüyorum, bu dediğin olmaz." yakından duyduğum bu sesin muhattabı olmadığım için durmadan yere eğilip şişeyi tuttum.
"Oldur o zaman." uzaktan gelen bu seste beni hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Şişeyi çantamdan çıkardığım bir peçeteyle silerken hâlâ yerdeydim. "Bana öyle bakma Pamir. Dublör istiyorum."
"Dublör dediğin atlama sahnesinde olur. Öpüşme veya yiyişme sahnesinde değil, Deha."
Peçeteyi bütün yüzeye sürerek şişeyi yeterince temizlediğimde kapıdan destek alarak ayağa kalktım. İçerideki konuşma hararetliydi ve iki tarafta son sözü söyleyen olmak istiyordu. Bu çok insanî olduğu için oturup dinlemek yerine buradan uzaklaşmaya karar verdim. Ta ki aklımda Deha kelimesi tekrarlanana kadar.
Kaşlarım çatılırken kapının açık kısmına yaklaşıp içeriye bakındım. Kapıyı açan kişi sandalyede oturanın yanına yaklaşıyordu. Ayaktaki Pamir olmalıydı oturan Deha. Belki de sadece Emir'in karakteriyle basit bir isim benzerliği yaşıyordu.